Hayâ nedir? Sözlüklerin “utanma, çekinme, vaz geçme, tevbe”
gibi anlamlara geldiğini söylediği hayâ, peygamberlerden (hepsine salât ve
selam olsun) tevarüs edilen en temel insanlık ölçülerinden biridir. Kur'an'da
da bu kavramın türevleriyle üç yerde geçtiğini görüyoruz: Bakara, 26, Kasas,
25, Ahzab, 53... A'raf Suresi'nin 26. ayetinde geçen “libâsu't-takvâ” (takva
elbisesi) ifadesinin, insanın ruhunu bezeyip ahlâkını güzelleştiren ve koruyan
hayâ anlamına geldiği, hemen bütün müfessirler tarafından ifade edilmiştir. Günlük
dilde genellikle “utanma” anlamında kullanıldığı halde, “hayâ”nın bundan çok
daha geniş ve derin anlam boyutlarına sahip olduğunu vurgulamamız gerekiyor.
Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'in, “Allah'tan hakkıyla hayâ edin” buyruğuna
Sahabe'nin (Allah onlardan razı olsun), “Ey Allah'ın Rasulü! Allah'a hamdolsun;
biz Allah'tan hayâ ediyoruz” demesi üzerine şu çarpıcı ifadeyi kullanması
hayânın anlam ağırlığını açık biçimde göstermektedir: “Kasdettiğim bu (sizin
anladığınız) değil… Allah'tan hakkıyla hayâ etmek, başı ve onun taşıdıklarını,
karnı ve onun ihtiva ettiklerini muhafaza etmen; ölümü ve toprakta çürümeyi
hatırlamandır. Kim ahireti dilerse, dünya hayatının (aldatıcı) süsünü terk
etmeli, ahiret hayatını dünya hayatına tercih etmelidir. Kim bu söylediklerimi
hakkıyla yaparsa, Allah'tan hakkıyla hayâ etmiş olur.” (Tirmizî) Bu hadiste
geçen “başı ve onun taşıdıkları” ifadesinden maksat, başta bulunan göz, kulak,
dil gibi maddi ve zahirî; hafıza, hayal, tefekkür gibi manevi hassalardır.
“Karnı ve onun ihtiva ettikleri” cümlesinden kasıt ise, kalp, mide, cinsel
organ, el, ayak gibi zahirî ve batınî organlardır.
Müslümanca hayatın temeli Bu nebevî uyarı bize, hayânın
aslında müslümanca yaşamanın temeli olduğunu öğretiyor. İnsan, bütün benliğini,
maddi ve manevi varlığını hayâ duygusu ile donatmak suretiyle yüzü ahirete
dönük bir hayat yaşamadıkça, Allah Tealâ'dan hakkıyla hayâ etmiş
sayılmayacaktır. Hayânın “utanma”yı da ihtiva etmekle birlikte, müslüman için,
onun çok ötesinde bir ağırlık ve fonksiyona sahip olduğuna dikkatimizi çeken
bir diğer peygamberî ihbarda da şöyle buyurulur: “İman yetmiş küsur (bir diğer
rivayette altmış küsur) şubedir. Hayâ da imandan bir şubedir.” (Buharî, Müslim,
Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî, İbn Mace) Şu halde hayânın, imanın ayrılmaz bir
parçası olduğunu ve imandan kaynaklandığını söylememiz gerekiyor. Dikkat
edilirse görülecektir ki, modern hayat tarzının dayatmalarına direnemeyen
insanın ilk kaybettiği haslet hayâ olmaktadır. Hayâ duygusunu kaybetmeden, bir
kimsenin Allah Tealâ'nın çizdiği sınırları dışına çıkmayı göze alması mümkün
değildir.
Peygamberlerin önderi s.a.v. bu gerçeği şöyle ifade
buyurmuştur: “İlk nübüvvet sözlerinden insanlığa ulaşan öğütlerden biri şudur:
Eğer hayân yoksa, dilediğini yap!” (Buharî, İbn Mace, Ahmed b. Hanbel,
Taberanî, İbn Hibban) Ulema bu hadisi açıklarken şöyle der: Gerçek hayâ, Allah
Tealâ'dan utanmak ve yapıldığı takdirde ayıplanılacak şeylerden kaçınmakla elde
edilir. Bunun aslı da İslâm'a göre değerli olmayan şeyleri (mâlâyânîyi) terk ve
anlamlı, değerli şeylerle iştigal etmektir. Kim bu söyleneni yerine getirirse,
Allah Tealâ ona gerçek hayâya ulaşmayı kolaylaştırır. Hayânın birçok mertebesi
vardır. En üst mertebesi, kişinin, zahirde ve batında Allah Tealâ'dan hayâ
etmesidir. İşte bu, kişiye müşahede makamı kazandıracak olan murakabe
makamıdır. Bu anlamdaki bir diğer hadiste de şöyle buyurulur: “Dört haslet
peygamberlerin sünnetindendir: Hayâ, güzel koku sürünmek, misvak kullanmak ve
evlenmek.” (Tirmizî, Ahmed b. Hanbel) Şu halde hayâ, peygamberlerin insanlığa
kadim bir mirasıdır. Ve ancak onlara inananların şahsiyetinin ayrılmaz bir
parçası olarak tebarüz eder. Cenab-ı Allah'tan ve meleklerden utanmak Efendimiz
s.a.v.'in, “bütünüyle hayr” olarak nitelendirdiği hayâ duygusunun canlı bir
timsali olarak, kendisinin de yüksek bir hayâ duygusuna sahip olduğunu (Buharî)
ve evinde oturan bir genç bekâr kızdan daha hayâlı olduğunu görüyoruz (Buharî,
Müslim). Hayâ timsali olmakla diğer sahabîlerden ayrılan Hz. Osman r.a., bu
özelliği sebebiyle Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'in özel itinasına mahzar
olmuştur. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (r.anhuma) yanına girdiğinde normal
oturuşunu değiştirmediği halde, Hz. Osman r.a. yanına girdiğinde toparlandığını
görenler, bunun sebebini sorduğunda şöyle buyurmuştur: “Meleklerin bile hayâ
ettiği bir kimseden benim hayâ etmemem doğru olmaz.” (Müslim, Ahmed b. Hanbel)
Yukarıdan beri yaptığımız açıklamalardan ortaya çıkan odur ki, hayâ, sadece
utangaçlık olmadığı gibi, sadece başkalarına karşı izhar edilen bir duygu da
değildir. Temeli iman olan hayâ, en başta Allah Tealâ'ya karşı gösterilir. Bu
noktada İslâm'a özgü bir diğer kavramla karşılaşıyoruz: Mürüvvet... İslâm
uleması mürüvveti, “açıktan yapıldığında hayâ duyulan bir işi gizli olarak da
yapmamak” olarak tarif etmiştir. Şu halde İslâm'ın çizdiği çerçeve içinde
ahlâkî ve ruhî olgunluk ancak kâmil anlamda hayâ duygusuna sahip olmakla elde
edilebilir. Hud Suresi'nin, “Bilin ki onlar Kur'an okunurken gizlenmek için iki
büklüm olurlar. Bilin ki, elbiselerine büründükleri halde bile Allah onların
gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir. Çünkü O, kalplerde olanı bilendir.”
mealindeki beşinci ayetinde kimlerin kastedildiği İbn Abbâs r.a.'a sorulduğunda
şöyle demiştir:
“Burada anlatılan kimseler, helada avret yerlerini açtıklarında
o durumlarının semaya ulaşmasından, hanımlarıyla birlikte olma esnasında
soyununca çıplak hallerinin semaya ulaşmasından korkup hayâ eden (ve hicap
duyan) kişilerdir.” (Buharî) Buradaki “semaya ulaşmak” tabirinden maksat,
meleklerin o duruma muttali olmasıdır. Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'in şu
beyanı bu noktayı açıklığa kavuşturmaktadır: “Çıplaklıktan sakının! Zira sizin
yanınızda sadece helâya girdiğiniz zaman ve erkek hanımına sokulunca ayrılan
melekler vardır. Onlardan hayâ edin, onlara karşı saygılı olun.” (Tirmizî).
Utangaçlık hayâ mı? Din-hayâ ilişkisi konusunda akla şöyle bir soru gelebilir:
Acaba hayâ duygusu insanın bir kişilik özelliği olarak yaradılışında mı
mevcuttur, yoksa ona dinin kazandırdığı bir haslet midir? Bu soruya cevap olarak
şunları söyleyebiliriz: Her ne kadar bazı insanlar yaratılış olarak utangaç
iseler de, onlardaki bu duygu, dinin arzu ve itibar ettiği sınırlar
çerçevesinde şekillenmedikçe makbul değildir. Din'in makbul saydığı hayâ,
sadece insanlar karşısında değil, Allah Tealâ'ya, meleklere ve diğer mahlukata
karşı da yaşatılması gereken bir duygudur. Şu halde dinimizin itibar ettiği
hayânın, imana, niyete ve bilgiye dayalı olması gerektiğini söylemeliyiz. Aksi
halde hayânın imandan olduğunu ifade eden nebevî haberi doğru anlamamız mümkün
olmaz. Nefsiyle baş başa kaldığında hayâ duygusuyla bağdaşmayan işler yapabilen
ya da böyle yapmasa bile niyetini halis kılmayan bir kimsenin utangaçlığının,
İslâm'ın aradığı hayâ olmadığı açıktır. Hayâ duygusunun kalbî ve ruhî bir haslet
olduğunu, kalp ve ruhun da ancak iman ile hayat bulabileceğini düşünürsek
ortaya şu çarpıcı gerçeğin çıktığını görürüz: “Hayâ” kelimesi, “hayat”
kelimesiyle aynı kökten gelmektedir. Bu da, hayânın ancak hayat ile mümkün
olduğunu gösterir. Şu halde hayâ, ancak iman ile hayat bulan bir kalp ve ruhta
vücut bulabilir. Muvatta şarihi Zürkânî rh.a. bu konuda Hakîm Tirmizî'den
naklen şöyle der: “Kalp Allah'a imanla hayat bulduğu zaman onda hayâ da artar.
Görmez misin ki, hayâ duygusuna sahip bir kimse bir şeyden hayâ ettiği zaman
terler. Bu ter, ruhta coşan hayânın hararetinden ileri gelir. Hayânın
coşmasından ruh da coşkuya kapılır ve kişinin bedeni ve alnı terler. Çünkü
hayânın hakimiyeti yüzde ve göğüste tezahür eder. Bu, kişideki İslâm'ın
kuvvetinden kaynaklanan bir durumdur. Zira İslâm, nefsin teslimiyetidir; din de
nefsin boyun eğmesi ve inkıyad etmesidir. Bu sebeple hayâ İslâm'ın ahlâkı olmuştur.
Müslümanın hayâ ve tevazu sahibi olması da bundandır.” (Şerhu'z-Zürkânî
ale'l-Muvatta, 4/323) Hayânın mertebeleri
Yukarıda hayânın birçok mertebesi olduğunu ve bunların en
üstününün, kişinin, zahirde ve batında Allah Tealâ'dan hayâ etmesi olduğunu
belirtmiştik. Ebu Süleyman ed-Dârânî k.s. şöyle der: “İnsanlar şu dört derece
üzere amel eder: Korku, ümit, ta'zim ve hayâ. Bunlar içinde en şerefli mevki,
hayâ üzere amel eden kimsenin mevkiidir. Zira bu kimse, kendisini Allah Tealâ'nın
her halükârda gördüğünü yakinen bildiği için, hasenatından, günahkârların
günahlarından hayâ ettiğinden daha fazla hayâ eder.” (Sühreverdî,
Avârifu'l-Meârif, 516) Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'in hayâyı, “Kavminden
(iyi tanıdığın ve seni iyi tanıyan) salih bir kimseden hayâ ettiğin gibi Allah
Tealâ'dan hayâ etmendir.” (Irakî: el-Muğnî -Tahrîcu Ahâdîsi'l-İhyâ- 1/172)
şeklinde tarif etmesi, şüphesiz ki hayânın en yüksek mertebesini ifade etmekten
çok, başlangıcını anlatmaktadır. Zira daha önce zikrettiğimiz bir hadiste,
Allah Tealâ'dan hakkıyla hayâ etmenin nasıl olması gerektiği izah edilmişti.
Kullar karşısında hissedilmesi gereken hayâ duygusu, amelî ve kalbî hayatta
kemalâta doğru yükselişte yakîn arttıkça gerçek anlamını bulur ve sahibini, az
yukarıda Ebû Süleyman ed- Dârânî k.s.'den naklettiğimiz mertebeye taşır. Yine
Ebû Süleyman ed-Dârânî k.s.'nin şu sözü bu noktayı işaret etmektedir: “Kul
Rabbinden hayâ ettiği zaman hayrı tamamlamış olur.” (Ebû Nu'aym:
Hilyetu'l-Evliya, 9/270) Hayâ güzellik, hayâsızlık çirkinliktir Hayâ sahibi
bireylerden oluşan toplumsal hayatta faziletin en geçer akçe olduğunu
belirtmeye gerek duymuyoruz. İçinde bulunduğumuz zaman diliminde toplumları
derinden etkileyen her türlü bunalımın ve küresel felaketin temelinde, çıkarcı,
fırsat düşkünü, utanmaz ve uslanmaz bireyler bulunduğunu görmek zor değildir.
Hayatın hayâ ile ilişkisi koparıldığından beridir ki, aileden başlayıp bütün
toplum kesimlerine yayılan çürüme kalpleri ve ruhları öldürüyor. Adına
“modernlik” dediğimiz bu savrulma, insanı kendisinden, çevresinden ve hatta
Yaratıcısı'ndan uzaklaştırıyor. Bilenler bildikleriyle, cahiller cehaletleriyle
hayâyı hayattan kovuyor; zira onlara bu hayatta var olmanın, fırsatçılıkla,
yırtıcılıkla ve “medeni cesaret”le mümkün olduğu söyleniyor. Böyle bir ortamda
güzellikten, faziletten, esenlikten ve huzurdan söz etmek elbette mümkün
değildir. Kollarımızı makas gibi açarak haykırmanın vaktidir: “Edepsizlik ve
çirkin söz girdiği yeri çirkinleştirir. Hayâ ise girdiği yeri güzelleştirir.”
(Tirmizî)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder