MATBAA MESELESİNE DAİR
SİZE üç hikâye anlatacağım. Ama hikâye dediysem masal değil. Üçü de gerçek.
Birinci hikâye: On birinci asırda yaşayan bir İslam âlimi varmış. Gelmiş geçmiş belki de en büyük, en meşhur Müslüman âlimlerden biriymiş. (İsmini az sonra söyleyeceğim.)
Çölde develerinin sırtlarına yüklediği kitaplarıyla yol alıyormuş. Âlim, kıldığı namazın ardından seccadesinin üzerinde kestirirken tepesinde bir hırsız fark etmiş. Hırsız tam da âlimin develerini alıp götürecekken, beriki,
“Ne olur kitaplarımı alma!” demiş. “Develeri ve eşyaları al ama kitaplarımı bana bırak! Onlar benim en büyük hazinem!”
Hırsız şaşırmış ve tekrar arkasını dönüp develer ve kitaplarla birlikte oradan uzaklaşmadan önce âlime şöyle demiş: “Eğer onlara bu kadar önem verseydin içinde yazanları hatırlaman için kitaplara ihtiyacın olmazdı!” Hayatta hiçbir şeyin tesadüf olmadığına inanan âlimimiz bunun ona Allah’tan gönderilen bir işaret olduğunu düşünmüş ve hayatının geri kalanında okuduğu tüm kitapları ezberleyip hafızasına kaydetmiş.
İkinci hikâye: On yedinci asır Osmanlısı. Bir hattat fırtınalı bir havada kayıkla Beşiktaş’a geçecekmiş. Kayıkçı onu karşıya geçirdiğinde hattat yanına cüzdanını almadığını fark etmiş. Zavallı adam aldığı hizmetin karşılığını veremeyeceğinin utancıyla telaşlanırken birden omzundan sarkan deri çantasını fark etmiş. Çok şükür yazı takımları; hokkası, kalemi, likası, her zamanki gibi yanındaymış. Hattat, kayıkçının şaşkın bakışları altında çantasından bir kâğıt çıkartmış ve üstüne kaşla göz arasında hokkasına bandırdığı kaleminden tek harekette, ustaca bir “vav” harfi çizmiş. Harfin yazılı olduğu kâğıdı kayıkçıya uzattığında adamın gözleri dört açılmış. “Bu paha biçilemez bir şey!” cümlesi dökülmüş kayıkçının ağzından. Hattat ise “Kusura bakma, bugün paranın yerine bunu verebileceğim,” diyerek kayıktan inmiş ve yoluna devam etmiş. Kayıkçı elindeki kâğıdı sahaflara götürdüğünde haftalık kazancından fazlasını ona ödeyeceklerini görecekmiş.
Üçüncü hikâye: Bu sefer Şiraz’a gidiyoruz. Hükümdar, devletin en büyük kütüphanesinin başına dönemin büyük bir hattatını getirmiş.
Hattat kütüphanede ünlü İbn Mukle’nin yazdığı 30 ciltlik elyazmasını dağınık olarak bulmuş ve bir cildin kaybolduğunu fark etmiş. Öfkeyle hükümdarın karşısına çıkmış ve böylesi önemli bir esere gösterdiği ilgisizlikten ötürü onu bir güzel paylamış. Bu, hükümdarın hoşuna gitmiş ama hattattan bir şey istemeyi de ihmal etmemiş: Hattattan İbn Mukle’nin el yazısıyla bu kayıp cildi tamamlamasını istemiş. İş bittiğinde eğer hükümdar otuz ciltten hangisinin hattatın yazdığı olduğunu fark edemezse ona ne dilerse vereceğine söz vermiş. Hattat hemen işe koyulmuş, kütüphanedeki çok güzel ve çeşitli Semerkant ve Çin kâğıtları arasından İbn Mukle’nin elyazmasınınkine en yakın olanlardan bulmuş ve eksik cildi yazmış.
Sonra bunu resimler, tezhipler, ciltler, kapaklar ve onları da yine elindeki materyallerle eski görünümlü ve elyazmasının geri kalanına uygun hâle getirmiş.
Otuz cilt bu sefer tam olarak hükümdara sunulduğunda, hükümdar yeni cildin hangisi olduğunu bir türlü anlayamamış ve sözünü yerine getirerek, memnuniyetle,“Dile benden ne dilersen!” demiş.
Bizim hattat da kütüphanedeki Çin kâğıdı tabakalarını kullanma izninden başka bir şey istememiş ve dileği yerine getirilmiş.
Bu üç hikâyenin bize anlattığı, hayır, daha doğrusu haykırdığı bir gerçek var. Ama önce bu hikâyelerin ana kahramanlarını açıklayayım.
Hırsızla karşılaştıktan sonra tüm kitapları ezberleyerek hafızasına kaydeden Gazali’den başkası değil. Yazdığı İhya adlı eseri hakkında İslam âlimleri derler ki, eğer İslam dini üzerine yazılmış (elbette Kur’an hariç) her şey kaybolsa sadece bu eserden dinimizin bütün özellikleri ve incelikleri aslına uygun olarak yazılabilir!
O Gazali ki, döneminin en büyük müçtehidi ve pek çoklarına göre de zamanın mücedditiydi! O zamanda din adına oluşturulmuş ne kadar batıl inanç, yanlış düşünce, bidat ve hurafe varsa hepsine de ilmiyle set çekmiş, dini aslına döndürmüştür.
Gazali, Yunan felsefi düşüncesi ile kafalar allak bullak olmuş iken ortaya çıkmış ve zihinleri tekrar berrak hâle getirmiştir.
İkinci hikâyenin kahramanı ise Hattat Hafız Osman Efendi. Sultan II. Bayezid’in hocası Şeyh Hamdullah’tan sonra Osmanlı hattının en büyük, en kutlu ismi. Yazdığı kitapları bırakın, tek bir harfine dahi paha biçilemeyen bir yazı ustası.
Son hikâyemizin kahramanı ise hat sanatının gelmiş geçmiş en önemli figürlerinden İbn Bevvab, nam-ı diğer Ali bin Hilal; bahsi geçen kütüphane de Bahaü’d- Devle kütüphanesi. O İbn Bevvab ki, yeryüzünün en meşhur, en bilinen, sürekli gözlerimizin önüne gelen uzun “s”li besmelesinin belki de ilk yazanı!
Peki, neden anlattım bu hikâyeleri size? Çünkü bir kültürü, bir yaşam tarzını, bir ilim atmosferini anlatmanın en iyi yolu bazen o hayattan kısa kesitler paylaşmaktır.
Ve bu hikâyelerde bize İslam medeniyetlerindeki yazı ve kitap kültürü üzerine söylediği, aslında bugün bile pek çok ilim adamının, âlimin, alanında uzman şahsiyetlerin dahi anlayamadığı bir gerçek saklı. İşte bu ayki ve bir sonraki yazımızda iki bölüm hâlinde bu konuyu masaya yatıracağız.
Bu gerçeğin ne olduğu anlaşılamadan hani şu bir asırdır kopartılan “Osmanlı gericiydi, matbaa ondan gecikti!” yaygarasının bir milim ötesine geçilemez. Peki, nedir o gerçek? Açıklayacağım ama önce aslında pek de hatırlatmaya ihtiyacımız olmayan şu yaygaraya kısaca bir bakalım. Kerli ferli, en bizden sandığımız büyüklerimizin, hocalarımızın bile dilinden düşürmediği o tanıdık masal: Gutenberg matbaayı 1440’ta icat etmiş ve bununla birlikte tüm Avrupa şehirlerinde hızla yayılan bu icat sayesinde Batı medeniyetleri hızla kitap sayılarını ve okuryazar oranlarını arttırmış. Basılan kitapların sayısının artmasıyla birlikte de bilimin orta çağa egemen dinî hegemonyasından kurtulması sağlanmış, seküler ve modern hayatın temelleri atılmış.
Sözde yediden yetmiş yediye her yaştan ve her kesimden insanın müdahil olduğu bir ilim atmosferi oluşmuş, entelektüellerin sayısı artmış, Batı medeniyeti bu sayede modern medeniyetin doruklarına ulaşmış. Oysa Osmanlı, yani İslam temelli Doğu dünyası gericiymiş, tutucuymuş ve bu tür icatlara oldum olası karşıymış (!) Hele o Osmanlının geri kafalı ulema sınıfı yok mu? İşte onlar matbaayı bir türlü kabul etmemişler ve imparatorluğun tüm din adamları, şeyhülislamları, padişahları bu geri kafalılıkları yüzünden matbaayı yasaklamışlar. Matbaa tam üç asır bu yüzden Osmanlıya girememiş ve bu yüzden de Osmanlı hep gerici ve çağ dışı kalmış! Zaten doğru dürüst olmayan okur-yazar nüfusu ve kitap sayıları ise iyice dibi boylamış ve İslam dünyası Avrupa medeniyetinin hep gerisinde kalmaya mahkûm olmuş. Allah’tan on sekizinci asırda biri çıkmış da sultanı matbaayı kullanmaya ikna etmiş. Aslında ne güzel şeymiş şu matbaa! Sen çok yaşa İbrahim Müteferrika!
Önce ilkokulda, sonra lisede, sonra üniversitede, sonrada da master ve doktorada, yani eğitimimin her kademesinde bu masalın değişik versiyonlarını ben çok defa dinledim.
Aramızda bir sureyi bilmeyen ama bu tarih anlatılarını sure gibi ezbere okuyanlarımız vardır ya, ona şimdi hiç girmeyeceğim...
Bu masalda yanlış olan o kadar çok şey var ki, her biri üzerine onar ciltlik ansiklopediler yazılır ama benim o kadar yerim de yok, zamanım da.
Şu Gutenberg efsanesinden başlayalım.
Bu adam hiçbir zaman matbaayı icat etmedi. Matbaa asırlar önce Çin’de zaten icat edilmişti ve bu anlamda hem Asya’da hem de Anadolu’da fazlasıyla biliniyordu.
Gerçi tarih kitapları bunu daha sonra düzeltip Gutenberg aslında hareketli hurufatı, yani hareketli harflerle baskı makinasını icat etti, demeye başladılar.
Ama aslında o da yanlıştı. Çünkü Asya’da hareketli hurufat sistemi da asırlardır kullanıyordu. (Bakınız Pi Sheng, onuncu asır!)
Sonra neymiş, Gutenberg tüm sınıftan halkların okur yazar olmalarını sağlayan bir düşünce kahramanı, bir aydınlık savaşçısıymış!
Alakası yok, efendim. Tam tersine, bu zat bulunduğu kültürün en üst tabasında yer alan aristokratların içinden çıkma, demircilik ve kuyumculuk ile geçinen zengin bir sülaleden gelmekteydi ve bu ailenin kilise ile çok yakından ticari ilişkileri vardı.
Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı vesilesiyle görme imkânı bulduğum Mainz, yani Gutenberg’in yaşadığı yerde en çok ne dikkatimi çekmişti biliyor musunuz?
Kiliseler. Pek çok tarihi Avrupa şehrinin en dominant yapılarını oluşturan katedraller ve kiliseler elbette Mainz’in de ana siluetini çiziyordu. Ama kaçımız Mainz’in başpiskoposlarının asırlarca Kutsal Roma ve Alman İmparatorluklarının imparator seçici sınıfından olduğunu, Mainz’in imparatorluğun dini merkezlerinden olduğunu biliyoruz? Diyeceğim o ki, Gutenberg hiçbir zaman kiliseye karşı aydınlık, özgürlük gibi fikirlerin peşinden koşmadı. Aksine, o sınıfın içinden gelerek dini zümre ile işlerini geliştirmeye çalıştı. Gutenberg’in matbaadan önce bilinen ilk “icadı” Aachen şehrine hacca gelen Hristiyan ahalisine kakalamaya çalıştığı aynalardır.
Çünkü o dönemdeki yaygın inanışa göre aynalar eski kilise kalıntılarındaki kutsal ışığı muhafaza edebiliyor ve böylelikle onu taşıyanlara uhrevi bir koruma sağlıyordu! Alın size aydınlanma!
Dikkat edin de gözleriniz kamaşmasın. Bir de şu bastıklarına bakalım Gutenberg’in. Bize okullarda ve tarih kitaplarında anlatılan yukarıdaki masaldan sanırsınız ki, bu matbaa ilk İnsan Hakları Beyannamesini falan basmış. Elbette hayır, Gutenberg matbaasının ilk defa bastığı ve sonra da ekseriyetle bastığı şey İncil’den başka bir kitap değildi. Çünkü o dönem Avrupa’sında kitap demek İncil demekti ve okuma yazma bilenlerin neredeyse tamamı Hristiyan ulemasından ibaretti. 42-Satırlı İncil ya da B42 olarak da bilinen bu Gutenberg İncili kitap dünyasının en meşhur ve en pahalı kopyaları arasındadır. Günümüze bunlardan yaklaşık 50 tane kalmıştır ve her biri Avrupa’nın ve Amerika’nın metropollerinin kütüphanelerinde baştacı olarak el üstünde tutulmakta ve sergilenmektedir. Gutenberg’in daha sonradan bastığı kitaplar da bu İncillerden pek farklı değildir. Hani nerede kaldı sekülerlik, nerede kaldı sözde modernlik?
Peki, diyeceksiniz ki, bu Gutenberg efsanesi nereden çıkıyor? Nereden çıkacak, efendim, Batı dünyası pek iyi bilir yalandan kahramanlar üretmeyi ve tarihlerinde olmayan milatlar koymayı. Gutenberg miti de işte böyle bir uydurmadan başka bir şey değil.
Şimdi gelelim vay efendim “Osmanlı uleması gericiydi, İslam dünyası tutucuydu” tantanasına. İşte bizim asıl meselemiz bu ve bu işin sırrı en başta anlattığım üç hikâyede saklı.
Şöyle izah edeyim...
İslam medeniyetlerinde yazı kutsaldır. Yazmak ve okumak eylemleri basit uğraşlardan çok, her zaman uhrevi dünya ile bir bağlantısı olan, her daim öteki ufukların peşinde koşan dertli insanların, davalı gönüllerin iştirak ettiği bir eylemler silsilesi olarak ortaya çıkar. Yazı terbiye ister, edep ister. Temiz bir ahlak, sağlam bir bilek ister. Peygamberine ilk emri “Oku!” olan ve daha dördüncü ayetinde “O Rab ki insana kalemle yazmayı öğretti,” diyen bir dinin insanları için bu, elbette daha farklı olamazdı. Bu yüzden yazmak, İslam’da hakkı tam olarak verilmesi gereken, nihayetinde ucu kelama dokunan, insanı insan yapan en önemli, en onurlu eylemlerden biridir. İyi yazmak, güzel yazmak ve hakkıyla yazmak arzusunun en doğal neticesi de hat sanatıdır. Hattın Batı literatüründeki karşılığı “kaligrafi”dir. Ama Yunanca “güzel yazmak” anlamına gelen bu kelime, hattı tam olarak karşılamaz.
Zira “hat” güzel yazının çok ötesinde bir şeydir. Elbette güzellik ve estetik onun asli bir parçasıdır. Ama “hat”tın içinde öylesine matematiksel bir kurallarsilsilesi vardır ki onu aynı zamanda bir mühendislik ilmi kadar da kompleks hale getirir. Rakamların ve hesabın sırrı, ölçünün ve güzelin gizemi hat sanatında buluşur.
Bu yüzden bazıları ona “ruhun geometrisi,” demiştir. Hat, daha geniş anlamda da yazmak, Allah’ın işaretlerini keşfetmek, kayda geçirmek, yeryüzünü idrak etmek, dillendirmek ve O’nu bilmektir. Bu anlamda da insanın asli vazifesidir.
Burada Arapça konusuna kısaca değinelim. Hattan bahsedip de onun dilden bahsetmemek eksik olur. Arapça, Kur’an’ın dili olduğu için İslam medeniyetlerinde hiçbir zaman bir ırka veya kültüre özel olarak görülmemiş, ona her zaman haklı bir kutsiyet atfedilmiştir. Pek çok toplumda Arapçanın kaligrafiye uygun yapısı olduğu için İslam hat sanatının geliştiği şeklinde yanlış bir yaygın düşünce hâkim olsa da, durum aslında hiç de öyle değil. Zira Arap harflerinin yedinci asırdan önceki halinde hiçbir estetiklik söz konusu değildir. Hâlbuki İslam’la birlikte bu dil, tüm dilbilimcileri ve yazı bilimcileri hayrete bırakacak bir hızda güzelleşmiş, orantısal bir estetiğe kavuşmuştur. Yani kaligrafinin özü yine dini ve manevi bir cevhere dayanır. Biz Müslümanlar için Kur’an Allah’ın kelamıdır, doğrudan ve bizatihi. Kitabımızın dilinin Arapça olması da bir tesadüf değildir. Eski Arap şairleri “Bize üç harf verin, size kâinatı anlatalım,” derlerdi. “k, t, b”: Kitap, mektep, kâtip, küttap, mektup. “a, b, d”: abd, ibadet, mabet, mabut. “a, l, m”: âlim, ilim, âlem, ulema...
Peki, bu üç harf nereden geliyor? Arapça ilahi dil değil de ya nedir? Biz bunun böyle olduğunu kanıksadığımız için bazen önemini de unutabiliyoruz. Hâlbuki bunu Hristiyanlar için İncil’in önemine ya da Yahudiler için Eski Ahit’in önemine mukayese etsek fark çok daha iyi anlaşılır. Onlar için bu kitaplar derlemeler, çeviriler, üçüncü, dördüncü ağızlardan oluşturulan bilgilerin bir araya getirilmesinden başka bir şey değildir. Hâlbuki biz Allah’ı göremesek de, duyamasak da, onun kelimelerini görebilir, okuyabilir ve nihayetinde yazabiliriz. İşte bu düşünce bizi bir kere daha Arapça yazarken gösterilmesi gereken edebe ve terbiyeye getiriyor.
Şimdi sıra geldi böylesi bir düsturu verecek hat eğitiminden ve nihayetinde bu hattatların İslam medeniyetlerinde yol açtığı kitap patlamasından bahsetmeye. Öyle bir kitap patlaması ki o dönemin matbaasını solda sıfır bırakır!
Bir zamanlar yazıya inanan büyük bir halife varmış. Etrafı da onca vezir vüzera ile doluymuş. Fakat halife bu ya, çok zeki adammış, adamın dalkavuğunu da dürüstünü de anında anlarmış. Bir gün vezirlerinden biri bir şikâyet dilekçesi sunmuş ona. Halife dilekçeye bakmış, yazanları dikkatle okumuş ama inanmamış vezirin dediklerine.
“Senin yazın çirkin!” diye çıkışmış vezirine. “Eğer iyi niyetli ve ahlaklı olsaydın böyle özensiz yazmazdın!” Adamcağızı başından kovarken, “Hattın güzel olduğunda seni dinlemeye tekrar hazırım,” demeyi de ihmal etmemiş.
Bir önceki yazımızda da benzer hikâyeler anlatmıştık. Gazali’nin çölde kitaplarını çalan bir hırsızla karşılaştıktan sonra okuduğu tüm kitapları hafızasına kazıyışını, Hattat Hafız Osman Efendi’nin, elinden çıkan tek bir “vav” harfiyle bir borcunu ödediğini ve usta hattat İbn Bevvab’ın fotografik hafızasını okumuştuk... Yazı sanatlarının gelişiminin içinde bulundukları medeniyet seviyesi hakkında önemli ipuçları verdiğine dair konumuza bu hafta kaldığımız yerden devam ediyoruz. Kalem sahibini, onun karakterinin ve o karakteri oluşturan eğitimi anlamak, matbaanın İslam medeniyetine Osmanlıların sözde gericiliği yüzünden geç geldiği teranesini de çürütmek demektir.
Hat sanatını sadece basit bir kopyalama eylemi olarak görenler yanılıyorlar. İslam medeniyetlerinde bırakın usta bir hattatı, sıradan bir hattat olmak için dahi üst düzey din, hukuk, felsefe, tarih, coğrafya, dil ve edebiyat, astronomi ve matematik ilmine vakıf olmak gerekliydi.
Hattat demek sadece dinî ilimlerde değil seküler ilimlerde de eğitim sahibi olmak demekti. (Gerçi bu dinî-seküler ayrımı İslam toplumlarda hiç olmamıştır ama o konuyu şimdi burada açmanın yeri değil, buna başka bir yazıda değineceğim.
Bir de bizim bildiğimiz anlamda disiplinler arası ayrım bahsi geçen dönem için de geçerli değildir.) Bir hattat adayında öncelikle iyi huylu ve mütevazı olması şartı aranırdı. Tebrizli Mir Ali, hattatta ilk aranacak unsurun iyi huylu olması ve acıya karşı sabırlı olması derken aslında bu mesleğin çileli yanlarını kastediyordu.
Peki, bir hattatın ustasından icazet alabilmesi için kaç yıllık eğitim alması gerekliydi biliyor musunuz? Sıkı durun, tam on beş yıl! Bu, günümüz standartlarında doktora derecesi dâhil bir eğitim süreci demektir!
Şimdi siz bir öğrenci düşünün ki eğitimin ilk yıllarında sadece ve sadece harfleri yazsın, ki bu, hurufat meşki’dir. Yüzlerce sayfa “elif”, yüzlerce sayfa “vav”, yüzlerce sayfa “mim”... Her birinin de kıvrımlarının, bükülme noktalarının, harflerin cevherlerinin ve uzantılarının kırk ayrı kuralı var öğrenilecek. Her harfin estetiği ayrı. “Ba”nın sol boynuzu bir boğanın boynuzu gibi sivri olacak, altında elmastan bir göz! Sonra harfleri birleştirme talimleri, sonra kelimeler, sonra cümleler... Müsvedde, yani “karalamak”; kâğıt kararmadan kalp ağarmazmış! Binlerce sayfalık, yıllarca sürecek bu meşklerden sonra başlar tarz talimleri. Nesih’i var, sülüs’ü var, reyhani’si var, rik’a’sı var... Var oğlu var! Her birinin de bin ayrı matematiği ve üslubu var.
Öğrenilecek ustalar, ezberlenecek kurallar var... Şimdi anladınız mı Tebrizli ustanın neden hattat olacak kişinin acıya dayanıklı olması lazım dediğini! Bakın daha işin malzemesine hiç girmedim bile, ki bu işin de ağırlığını ve ciddiyetini tam olarak anlayabildiğimizi sanmıyorum.
Kâğıdın iyisini ve doğrusunu bulacaksın... Şeker renkli, müsvedde için iyi olan Dımışki ve Haşebi kâğıtları, tam cümleler için biraz daha iyi olan Hindi’ler... Ve en kaliteli Semerkant ve Çin işleri olanlar...
Sonra kâğıdı bir güzel aharlayacaksın, tebeşirle yağını gidereceksin. Şimdi sıra geldi mi kalem seçimine... Kamış ne sert ne yumuşak olacak; sert olan yeterince bükülmez, yumuşak olan ise gereksiz hatalara neden olur. Eskilerden yıllarca kalemlerini toprak altında saklayan ustalar vardır. Sanki kalemin önce ölmesini bekleyip sonra sonsuzluğa ulaşmasını bekler gibi... Sonra kalemi maktaya oturtacak, kırk beş derecelik açıyla kesecek, Yakut’tan miras tahrif-i kalem’i yapacaksın (Bu hat silsilesini de inşallah daha sonrabaşka bir yazıda ele alacağım).
Camilerin kandillerindeki isleri toplayacak, bunlara Arap zamkını altın tartar gibi hesap ederek katacaksın. Kimisi şöyle tarif eder: Beşte birine is, geri kalanına zamk koyacaksın. Oranı iyi tutturamazsan mürekkep çiğ bir parlama yapar ya da harfler dağılır da detaylarını kaybediverirler. Mürekkebi kirpi dikeniyle karıştırıp suyla ölçülü bir şekilde birleştirecek, içine az bir uka, yani ham ipek yerleştirip azıcık üzüm suyu damlatacaksın…
Bu iş sabır işidir. Bunların hepsi hesap kitap ister. Ama hiçbiri de aslında bir hattat olmaya yetmez. Hattatın asıl özelliği onun karakteridir. İyi hattatlar yazmaya başlamadan önce abdest alırlar, çoğu zaman da boy abdesti almadan tek bir harf yazmazlardı. Yazıya başlamadan önce gurur ve benlik gönülden çıkar, tam bir teslimiyet içinde sanki O’nun bir kalemi imiş gibi yazı yazılırdı. Harfler çizilirken nefes tutulur, kalemin ucu kâğıttan kalktığında yeniden nefes alınırdı.
Eskiler derdi ki, “Biz hattatların ömrü uzun olur.” Çünkü hattat ne kadar çok yazarsa nefesini o kadar çok tutar. Şöyle düşününce, e haksız da değillermiş hani; ömür bu, sayılı nefesten ibaret değil mi?
Böylesi bir derinlik ve zarafet içinde yazıyı onurlandıran bu insanlara siz kargacık burgacık, abuk subuk görünümlü harflerden mürekkep bir Kur’an sayfası verseniz, onlar bu gördükleri “şey”den şeytandan kaçar gibi kaçmazlar mı?
Elbette kaçarlar ve kaçtılar da! Matbaa deyince lütfen günümüzdeki lazer inceliğinde baskı yapan, teknoloji harikası kusursuz makineleri düşünmeyin. Matbaadan çıkan sayfalar asırlarca çirkin, üzerlerinde mürekkep lekeleri olan, harflerin çoğu zaman tanınmadığı, âdeta çamurdan figürler olarak kaldı. Müslümanların on altıncı asrın başlarında Venedik ve İngiliz matbaalarından çıkan kutsal kitaplarını gördüklerinde “Bu kesinlikle şeytanın işi!” demeleri boşuna değildi.
Garip puntoları ve kâğıdın üstündeki baskı lekeleri bu tür bir “yazı”yı onlara kabul ettiremezdi. Konuyu daha özgün bir perspektifte anlamımıza yardımcı olması için şöyle bir örnek vereceğim:
Düşünün ki Da Vinci’nin önüne bizim fotokopi makinalarından çıkan siyah beyaz bir resim veriliyor ve deniyor ki, “Bundan sonra resim yapmayacaksın, onun yerine bunları kullanacağız!” Şimdi sorarım size, Da Vinci bu adamlara dehşetle bakakalmaz mıydı? Sanatı bırakıp makineye teslim olmak ne Da Vinci’nin ne de hayat, sanat, estetik ve matematik arasındaki sırrı kavramış başka bir deha için kabul edilebilecek bir teşebbüstür!
Michalengelolardan, Manetlerden, Monetlerden oluşan bir ressamlar toplumu nasıl ki fotokopi makinasına direnç gösterebilirse, Beethovenlar, Mozartlar nasıl ki bir kutudan çıkan cızır cızır seslerin canlı orkestraların yerini alabileceğine ihtimal vermeyebilirse bizim hattatlarımız da elbette aynı şekilde matbaayı pekâlâ küçümsemiş, ona ehemmiyet vermemiş olabilirler.
Üstelik Arap harfleri, Latince akranlarının aksine, başta, ortada ve sonda değişik türlerde bulunduğundan ve önce ve sonra gelen harflere göre bağlantı noktaları değişiklik gösterdiğinden harfler yüzlerce değişik varyasyon şeklinde basılmalıydı ve bu da matbaayı pratik olmaktan uzaklaştırıyordu.
Kaldı ki, Müslüman âlimler için matbaa ne yeni bir şeydi ne de onların okuma-yazma potansiyellerine katabileceği bir şey sunuyordu.
Çin’den İspanya’ya kadar geniş bir coğrafyada ciddi bir network kurmuş olan İslam medeniyetinde elbette bu aletin Asya’daki ilk versiyonları görülmüş ve hiç beğenilmemiş olabilir. Evet, Müslümanların matbaaları yoktu ama kitabı çoğaltacak ve yayacak ciddi ve fazlasıyla yeterli yöntemleri vardı. Sıradan bir varrak, yani kitap kopyalayıcısı 24 saat içinde kusursuz güzellikte 100 sayfa yazabilir, yetenekli olan ise rahatlıkla bunun iki katına çıkabilirdi. Muhammed Nişapuri’nin 24 saatlik bir zaman dilimi içinde tek seferde, etrafındaki tüm gürültüye rağmen üç bin satır şiir yazabildiği söylenir. Hattat Yakut hayatı boyunca bin bir adet Kur’an yazmıştır. Bu rakam her ne kadar biraz efsanevi gözükse de onun üretkenliği hakkında sağlam bir ipucu da vermiyor değil.
Ama şu da bir gerçek ki ayda en az iki Kur’an’ı tamamladığı kabul edilen bir vakıa. On altıncı yüzyıl Osmanlısından Ahmet Karahisari, döneminin en güzel besmelesini göz açıp kapayıncaya kadar yazabilirdi (ki onun bu kesintisiz besmelesine mutalhal denirdi). Böylesine üretken hattatların hayatları sonucunda ortaya o kadar çok kamış kalıntısı kalırdı ki çokları bunları saklamış ve cesetlerini yıkayacak suyun bu odunların ateşiyle ısıtılmasını vasiyet etmiştir! İşte size zarafet, işte size ruh!
Günde milyonlarca satır, binlerce kâğıt ve yüzlerce kitap... Her gün, her ay, her yıl... Peki ya nihai sonuç?
Yani toplumun kitap üretimi ne kadardı ve bu kadar kitabı nerede tutuyorlardı? Size bu rakamları vereceğim vermesine ya, önce bir kıyaslama yapabilmek için gelin Batı dünyasındaki rakamlara bir göz atalım:
Dokuzuncu asırda St. Gall Manastırı’nda, İsviçre’de 400 kitap, İtalya’da Bobbio Manastırı’nda on ikinci asırda 650 kitap, Fransa’da Cluny’de 570 kitap vardı. Ve bunlar dönemin en meşhur, en “zengin” (!) kütüphaneleriydi. Ve dikkat edin kitaplar hep manastırlarda!
Hani bunlar çok laik ya! Dünyaca ünlü Sorbonne Kütüphanesi’nde, Paris’te on dördüncü asırda, ki Hristiyan dünyasının en büyük kütüphanesiydi, yaklaşık 1800 kadar kitabın olduğu biliniyor. Yani Batı’daki bir kütüphanenin ortalaması 300 ile 700 kitap arasında değişiyor.
Şimdi gelin İslam toplumlarına bakalım: Onuncu asırda el-Hakim’in Kütüphanesi’nde 400 bin kitap vardı! Sıradan bir medresede ortalama 100 binden aşağı kitap yoktu. On ikinci asırda Kahire’deki bir kütüphanede, sıkı durun, 1.6 milyon kitap olduğu söylenir.
Başka bir şey anlatayım; İrlanda’da Chester Beatty Kütüphanesi’nde İbn Bevvab’a ait bir elyazması var. Ve bu kitap hiç kimseye ithaf edilmemiş. Bu, o dönem için sıra dışı bir durumdur, çünkü kitaplar bir hükümdarın ya da o işi finanse edecek bir patronajın önderliğinde yazılırdı. Bu yüzden İbn Bevvab’ın çoğalttığı bu kitabın belki bir alan bulunur diye yazmış olması bize o toplumdaki okur yazar oranı hakkında da ciddi ipuçları veriyor.
Hristiyan dünyasında din adamları ilahilerde dahi okuyacakları metinleri zar zor bilirken, Müslüman köylüler Kur’an’ı ve diğer kitapları hatim ederlerdi.
Orta Çağ Hristiyan dünyasında bir kâtip keşiş yazı masası üzerinde ağır aksak tek bir parşömen üzerinde çalışırken, aynı dönemde bir Müslüman müstensih tek bir okumadan sonra bir düzine kopya üretebiliyor, sonra bunların her birinden bir düzine daha yazabiliyordu.
Bu sistem Orta Çağ’da İslam medeniyetlerinde tam anlamıyla bir kitap patlamasına yol açmıştır. Ancak böylesi bir sistem için çok güçlü hafızalara ihtiyaç vardı. Bu da konumuzun son ayağını oluşturuyor.
Müslüman toplumlardaki okur-yazar eğitimi tam da şahane bir bellek ve hafıza eğitimi üstüne kuruluydu. Gazali’nin ve İbn Bevvab’ın hikâyelerini hatırlayalım. Gazali’nin okuduğu tüm kitapları ezbere bildiğini ve İbn Bevvab’ın Usta Yakut’un üslubunu muhteşem bir fotografik hafıza ile tıpatıp kopyalayabildiğini başta anlatmıştık.
Günümüzde makinelere bağımlı yaşayan bizler bu şahsiyetlerin istisna olduğunu düşünüp geçebilir. Hâlbuki durum hiç de öyle değil! Dedik ya, hattatların ve âlimlerin eğitimlerinin önemli bir kısmı bellek eğitimiydi. Kur’an’ı hafızada tutabilen kişi anlamında kullanılan “hafız” sıfatının pek çok âlime verilmesi boşuna değildi. Günümüzde de bu eğitimin devam etmesi Müslümanlar için büyük bir övünç kaynağıdır. Kur’an’ı gencecik yaşta ezberleyen Şemseddin Muhammed Şirazi bu konuda en meşhur örneklerdendir. Genç şair el-Mütenebbi’nin bir kitabı ezberlemesi için bir kez okuması yeterliydi. Ahmet bin Hanbel, Buhari ve Müslim gibi hadis ustaları binlerce anlatıyı ezbere bilmekle kalmaz her bir hadisin silsilesini de “Ben şu kişiden duydum, o da şu kişiden duymuş, şu kişi de ondan duymuş ki, Peygamber şunu yapmış ya da demiş,” biçiminde hafızalarında tutabilirlerdi! Onuncu yüzyıl hadis âlimi Ebubekir el-Anbari ezberden 45 bin sayfa dikte ettirebilir, aynı anda onlarca hattat duyduklarını kâğıda geçirebilirdi. Başka bir âlim, bir dilbilimci el-Baverdi de yine 30 bin sayfalık bir kitabı hiç kitaba bakmaksızın dikte ettirebilir, yeniden yazabilirdi. Bizim mezhebimizin kurucusu Ebu Hanife’nin de pek çok detaylı fıkıh ve hukuk konusunu kitaptan okuyormuşçasına ezbere cevapladığı sıkça anlatılan bir gerçektir.
Bu bahsi kapatmadan önce bir şeyi açık açık söyleyeyim. Matbaanın Osmanlı uleması tarafından reddedilmesinde konunun bu yönünün bu kadar vurgulanmasını asla hak etmeyecek ölçüde olmasına rağmen bir kısım ulemanın, evet, bu işe bencillik ederek ayak direttiğini söylemek büsbütün yalan değildir. Elbette her dönemde ve her kültürde olduğu gibi Osmanlı âlimleri arasında da kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden, yani kitap üretimini ve dağıtımını kendi tekellerinde tutmak isteyen ve estetik ya da manevi itirazlarla değil, sırf üç beş kuruş az para kazanacağım diye matbaanın yasaklanmasına çalışanlar olmuş olabilir. Egoları Allah rızasının ve ilim yaymanın önüne geçen hasta karakterliler her çağda vardır. Bunun elbette savunulacak bir tarafı yok. Böylesi bir bencillik her şeyden önce “İlim Çin’de de olsa alınız!” diyen Hz. Peygamberimizin (s.a.s.) öğretilerine terstir. İnsanlar gibi, toplumların da kusursuzu yoktur; o, Allah’a özgü bir sıfattır...
Ama bu kâtiplerin itirazı meselesi Osmanlılara özgün bir şey de değildir. Avrupa’da da matbaaya en çok direnenler arasında kâtip keşişler vardı. Kısacası, biz ulemanın kendi çıkarları için ilmin çıkarlarını hiçe sayması görmezlikten gelmiyoruz. Bizim bu yazıda yaptığımız sadece konunun pek de alışılagelmeyen bir perspektiften değerlendirilmesi ve bunun önemine dikkat çekmek. Bu açıdan bakıldığında matbaa meselesindeki yaygın hüküm de değişecektir: Matbaa onlar gerici ve cahil olduğu için Osmanlılara geç gelmiş değil, tam tersine Osmanlı, çok üst düzey bir kitap kültürüne ve estetik kriterlere sahip olduğu için matbaaya prim vermemiştir.
Hülasa edelim: İslam medeniyetlerinde yazıya olan hürmet onun güzel yazılmasının önemine yol açmış ve bu eylemle uğraşanların eğitimine azami hassasiyet gösterilmiştir. Ayrıca “ikra” emrinin “sesli okuma” anlamı doğrultusunda yazmak eylemi hafıza tutmaktan ve kendi kendine ya da cemaat ortamında sesli okumanın ardından gelen ikincil bir eylem olarak da kabul edilmiştir. Yani aslolan hafıza ve dildir. Bu anlamda da yazmak, daha çok okumaya yardım eden bir unsurdur. Daha önce başka bir yazıda anlattığım üzere matbaadan ziyade kâğıdın Müslümanlar arasında yaygınlaşması ve üretilmesiyle birlikte ve güçlü hafızalar ve usta yazım teknikleriyle birlikte çok sayıda kitap çok hızlı bir şekilde üretilebilmiş ve İslam kütüphanelerinde Hristiyanlarınkinde hiç bulunamayacak ölçüde bir kitap patlaması yaşanmıştır.
Gazali’nin ve İbn Bevvab’ın hafızaları ve Hattat Hafız Osman Efendi’nin hikâyesi bize bu gerçeği anlatır. Tüm bunlar bir arada düşünüldüğünde Osmanlı âlimleri arasında elbette matbaa ancak burun kıvırılacak bir şeydi. Biz bilim adamları, âlimler, hocalar, itiraf edelim, nasıl ki bazan günümüzde twitter’a, Facebook’a burun kıvırıyor, bunları daha çok popüler kültürün, eğitimi ve adabı öldüren teknolojik oyuncakları olarak görüyorsak, elbette dönemin âlimleri de matbaaya böylesi bir heves olarak bakmış olabilirler. Söyleyin, onları suçlayabilir miyiz?
Ayrıca yirminci yüzyıldaki bilgisayar devrimiyle birlikte tüm alfabelerin rahatlıkla dijital ortama aktarılıp her türlü yayının sorunsuz yapılabildiği günümüzde medeniyetler yarışı tekrar eşit şartlarda yapılabilir hâle geldi. Artık “Biz matbaayı şu kadar zaman geç aldık, şöyle geç kaldık böyle mahvolduk!” diye sızlanmanın da hiç kimseye faydası yok. Yarış bugün yeniden başlıyor.
Şöyle bitirelim: Hat sanatına ilk başlayan acemiler harfleri mıstar çizgisine oturtmaya çalışırlar. Bu çiğ kalmış, tam pişmemiş akılların işidir. Hâlbuki mesele harfleri mıstara değil, hattın kürsüsüne oturtmaktır. Buna harfin kürsüsü derler. Harfler ne kadar güzel olursa olsun, eğer kürsüsüne oturmamışsa maddenin ötesine geçememişsiniz demektir. İşte bu matbaa konusunda da dileyelim de konuyu kürsüsüne oturtmuş olalım.
Beyazıt AKMAN
DİYANET AYLIK DERGİ ARALIK 2016, 66
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder