18 Haziran 2017 Pazar

Mürşid-i Kâmil // mesnevi // mevlana

Hz. Mevlânâ, mürşid-i kâmilin kişiliği ve sıfatlarını bir başlık altında bizlere bildirir. İlk önce pîri seçip onu Hakk’a götüren yol olarak kabul etmek gerekir. Yine insanın bazen en iyi bildiği yolda bile bir kılavuza ihtiyaç duyabileceğini, durum böyle olunca tehlikeli, tuzak ve felaketlerle dolu yola yalnız çıkmamamızı tembihler. Böyle bir yolculukta nelerle karşılaşacağımızı bilmiyorsak mutlaka yolu bilen bir mürşid bulunmalıdır. Çünkü o seni yay gibi dosdoğru hedefe gönderir. Mürşid-i kâmilin asıl özelliğinin dış görünüşü, saçının ve sakalının ağarması değil, Hakk’a olan nailiyetidir. Onun velâyeti ezeli ve Hakk’a olan yakınlığı benzersizdir. Hz. Mevlânâ onu eşiz bir inciye eşdeğer tutar. [1]

Babam, doğruluk yolunda ki bu amel, bu kazanç, nasıl olur da üstatsız elde edilebilir?

Âlemde en aşağılık sanat bile hiç üstatsız elde edilebilir mi?[2]

Kılavuzsuz yola gidene iki günlük yol, yüz yıllık yol olur.[3]

Hz. Mevlânâ, bizlere gerçek mürşid-i kâmil ile sahte mürşidi ve aralarındaki farkı şöyle açıklar:

“Kötü nedir? Aşağılık ve muhtaç bakır, şeyh kimdir? Ucu, sonu olmayan kimya!

Bakır, kimya yüzünden altın olmak kabiliyetinde değilse kimya, bakır yüzünden bakırlaşmaz ya!

Kötü nedir? İşi ateş gibi serkeş kişi, şeyh kimdir? Ezel denizinin ta kendisi

Ateşi dâima su ile korkuturlar. Fakat suyu hiç ateşle korkutabilirler mi?[4]

Sense iki üç adım ötesini görmezsin. Taneyi görürsün de tuzağı görmezsin.

Konak, iniş ve yürüyüş yerlerinde hiç körle gözlü bir olur mu?”[5]

Hz. Mevlânâ, Mesnevî’nin ilk hikâyesi olan “Padişah ve Câriye” nin sonlarında nefsi temizlemek hususunda hakiki mürşid-i kâmilin buyruğuna uymanın gerekliliğini belirtir. Mürşid-i kâmilin nefsin her türlü sıfatlarından uzak olduğunu ve yaptıklarının Hızır (as)’da olduğu gibi zâhiren kötü görünse bile aslında Allah’ın ilhamıyla olduğunu belirtir. Ve onun bu yaptıkları karşısında lisanen ve kalben ileri geri konuşmamak gerektiği ikazını yapar. Bu ikazı aslında Peygamber Efendimiz, Hz. Ali’ye yaptığı nasihatinde de dile getiriyor.[6]

“Ey münafıklık nedir, bilmeyen! Hızır’ın yaptığı işlere sabret ki Hızır “Haydi git, ayrılık geldi” demesin.

Gemiyi kırarsa ses çıkarma; çocuğu öldürürse saçını başını yolma.

Mademki Hak, onun eline “kendi elimdir” dedi; “Yedullahi fevka eydîhim” hükmünü verdi;

Şu hâlde Allah eli, onu öldürse de yine diriltir. Hattâ diriltmek nedir ki? Ona ebedî hayat verir.[7]

Mürşid-i kâmiller, nefsin zehrine karşı birer panzehirdirler. Onlar nefsin bütün sihirlerini etkisiz kılma kuvvetine sahip kişilerdir.[8]

“Fakat bu sihirlerin hüküm sürdüğü âlemde öyle sihirbazlar da vardır ki sihirlerin hükmünü gideriverirler.[9]

Tiryak, sana “ Gel, beni kendine siper et… ben, sana zehirden daha yakınım.

Onun sözü sihirdir, seni yıkar harap eder… benim sözümde sihir ama onun sihrini defeder” der!”[10]

Hz. Mevlânâ’nın anlatmış olduğu deve ile katırın arkadaşlığında deve, basiret ve ahlak sahibi rûhâni kişidir. Yoluna hiç sürçmeden devam eder ve kendisinin vasıflarını şöyle belirtir:[11]

Benim başım yüce, iki gözüm yüceleri görüyor… yüce görüş sahibini zarardan korur.

Ben dağın başındayken dağın eteğini görürüm… her çukuru, her düzü kat, kat görürüm.

Yirmi yıl sonra neler olacak o iyi huylu bütün bunları bilir.

Hattâ o takva sahibi yalnız kendi halini görmez… batıdakilerin halini de görür, doğudakilerin halini de![12]

Sonra bir de benim gözüm pek aydındır… bir de şu var: Yaratılışım tertemizdir benim.[13]

Hz. Mevlânâ, bu hikâyenin devamında, bir mürşid-i kâmile tâbi olmanın lüzumunu ve bir mürşidin insana neler kazandıracağını da şöyle açıklar:

“Bir müddet ağladı, devenin ayağına kapandı; dedi ki: Ey kulların Allah’ınca seçilmiş er,

Lûtfetsen de beni kulluğa kabul etsen ne ziyana girersin?

Deve, mademki huzurumda ikrar ettin dedi… yürü, zamanenin âfetlerinden kurtuldun.

İnsafa geldin, belâdan halâs oldun; düşmandın, muhabbet ehline katıldın![14]

Yürü, kendinden de kurtuldun, kötü huydan da, cehennem alevinden de halâs oldun, yırtıcı hayvanların dişlerinden de!

Yürü, şimdicik devleti elde ettin, kendini ebedî bir kutluluğa attın.

“Kullarım arasına katıl” devletine eriştin, “Cennetime gir” kumaşını dokudun!

Kulları arasına girmeye yol buldun, gizli bir yoldan ebedî cennete sokuldun.

“Bize doğru yolu göster” dedin; doğru yol da elini tuttu seni ta cennete kadar götürdü

Ey aziz kişi, ateştin, nur oldun… koruktun yaş ve kuru üzüm oldun

Allah doğrusunu daha bilir ya, yıldızdın güneş kesildin… neşelen artık!”[15]

Bir adam İsâ (as) ile yolculuğu sırasında gördükleri kemikleri, ondan diriltmesini veya bu sanatı kendisine öğretmesini ister. Bunun sonucu dirilen aslan tarafından parçalanarak öldürülür. Kişinin âb-ı hayatı elde etmesine, ebedi saâdeti kazanmasına, madden ve mânen diri kalmasına vesile olacak zamanının peygamberi olan böyle bir kişiden saçma sapan isteklerde bulunmaktan uzak durması gerekir. Ondan, kendini nefsin elinden kurtarıp tekrar diriltmesini istemelidir. Yine ondan istifade etmenin yolları aranmalıdır.[16]

“Bu hasta, nasıl oluyor da kendi derdiyle uğraşmıyor? Bu murdar herif neye kendi canının derdine düşmüyor?

Kendi ölüsünü bıraktı da yabancı ölüyü diriltmeye kalkıştı![17]

Mürşid-i kâmiller kişinin hastalığını hiçbir alet olmadan bilir ve görürler. Çünkü onlar, Allah’ın nuruna mazhar olmuşlardır. Allah’ın ilhamına nâil olduklarından gönül gözleri daima açıktır. Onlar seni görmeden, senin adını duymakla bile her haline vâkıf olup sende ki hastalıkları bilirler. Onlar, senin doğmadan önceki ahvâline dahi vâkıf olabilenlerdir.[18]

“O doktorlar, hastanın sidiğine bakar, hastalığını öyle anlar… bizim delilimizse ulu Allah’ın vahyidir, hastalığı vahiyle anlarız.[19]

Fakat kâmil, Allah doktorları, uzaktan adını duydular mı varlığının ta derinlerine kadar girerler!

Hattâ sen doğmadan yıllarca evvelki hallerini bile görürler!”[20]

Can rızkı mürşid-i kâmilin himmeti olmadıkça, çalışma ve gayretle elde edilemez. Nefis, kişinin bir mürşid-i kâmile bağlandığını görürse, kendisine zarar veremez. Kişi de onun üzerine galip gelir. Şeyhin yüzü, ejderha nefsin gözüne karşı bir koruyucu ve onun sıfatlarını yok edici bir hassasiyettir. Nefsin şerrinden emin olmak için onu şeyh tarafına götürmek gerekir. Çünkü o mürşid-i kâmil, nefsin bütün zulmâniyetinden kurtulmuş,  ruhâniyete tebdil etmiştir. Rabbin gönül makamına ulaşmışlardır. Sen ancak mürşid-i kâmilin, senin nefis ormanına girip orada aslan gibi, köpek misali nefsi ve onun kötü sıfatlarını avladığı zaman kendi halinin kötülüğünü ve mürşidinin kadir ve rütbesini anlarsın.[21]

Mürşid-i kâmil o kişidir ki onlar istediğini istediği yerde görürler ve duyarlar. Her şeyin aslına vakıftırlar. Onlar âlem yokken var olanlardır. Onlar ekmeden meyve devşirenlerdir. Onlar seni nefsin elinden kurtarabilecek basiret sahibi kişilerdir. Onların duası reddedilmez. Onların yediği zehir olsa bal kesilir. O zaman böyle bir kişinin etrafında pervane olmak şarttır.[22]

Senin aynada açıkça gördüğünü pîr, hem de daha önce, bir kerpiç parçasında görür.

Pîr olanlar o kişilerdir ki bu alem yokken onların canları, kerem denizinde vardı.[23]

Çünkü şeyhin o duası, her duaya benzemez. Şeyh, Allah da yok olmuştur, onun sözü Hak sözüdür.[24]

Akıl her şeyi görüp gözetmede, gaybî idrak etmede yeterli değildir. O zaman aklı tam birisini bulmak gerekir. Böylece senin aklın da küllü idrak etmeye başlar. Artık nefsin ve onun sıfatları üzerine zincir vurmak kolay hale gelir. Çünkü akıl tam olmazsa nefsin heva ve hevesi karşısında kopuverir. Mürşid-i kâmillerin sözleri yumuşak, sert, soğuk veya sıcak ne şekilde olursa olsun onlardan kendini mahrum etmemeli ve onlara karşı siper edinilmemelidir. Onların sözleriyle nice hakikatler ortaya çıkar. Can bahçeleri dirilir ve gönül denizi cevherlerle dolar. Onunla olduğun, onun gemisinde bulunduğun müddetçe hiçbir şey yapmayıp uyusan bile yol alarak Hakk’a vuslata nail olursun. O kişiyi ayıplı bir deri parçasından, en nâdide ayağa giyilecek ayakkabıya çevirir.[25]

“Senin cüz’i aklın, onun külli aklı yüzünden külli olur. Çünkü Akl-ı kül, nefse zincir gibidir.[26]

Velîlerin sözlerinden, yumuşak olsun, sert olsun vücudunu örtme çünkü o sözler, dininin zâhirîdir.

Sıcak da söylese, soğuk da söylese hoş gör ki sıcaktan, soğuktan (hayatın hâdiselerinden) ve cehennem azabından kurtulasın.”[27]

Fakir Arabın, yanında koskoca Dicle bulunan padişaha küp içinde yağmur suyu sunmasında olduğu gibi. Kişi kendi halini ve haddimizi bilmelidir. Küçük bir testi olduğunu görmeli bu haliyle Dicle gibi olan mürşid-i kâmile vararak onun yanında gururlanmaya kalkışmamalıdır. O fakir Arap, bu testiyi götürürken Dicle’den haberi yoktu. Olsaydı onu götürmez paramparça eder ve hiçliğini anlardı. Bunu geri dönerken, padişahın yanında Dicle varken onu kabul etmesiyle anlamış ve ona olan hayranlığı daha da artmıştır. Burada mürşid-i kâmilin kişiyi bütün eksiklikleriyle huzura kabul ettiği ve bir anlamda ona bir şans verdiğini görürüz. Bu onun marifet ve ilâhi hikmetleri göstermesidir. Bunun karşılığında biz testimizi kırarsak kazanmış oluruz. Kırmaz hâlâ mağrur olmaya devam edersek nefsin sıfatlarıyla beraberiz demektir.[28]

“Bizim gibi Dicle’den haberi olsaydı o testiyi alıp konaktan konağa kona göçe götürmezdi.

Hattâ Dicle’yi bilseydi o testiyi kırar, bu işten tamamı ile vazgeçerdi.[29]

Bedevi, gemiye binip Dicle’yi görünce utancından iki büklüm olmaya, yere kapanmaya başladı.

“Bu ihsan sahibi cömert padişahın lûtfune şaştım. Daha ziyade şaşılacak şeyde şu ki, o suyu aldı.

O cömertlik denizi öyle hor ve kalp armağanı nasıl oldu da kabul etti?” diyordu.”[30]

Bir mürşid-i kâmilin gerekliliği ve özelliklerini Peygamber Efendimiz, Hz. Ali’ye tavsiyesinde dile getirir. Ona, aslanlığına güvenmemesini ve ne kadar güçlü kuvvetli olsa dahi sırât-ı müstakim üzere olup nefsin ve şeytanın hiçbir suretle aldatamayacağı bir mürşid-i kâmilin gölgesine girmesini tavsiye eder.[31]

Peygamber Efendimiz, o mürşid-i kâmili anlatırken onun mânevî derecesinin büyüklüğünü, bulunduğu makam ve mevkisinin mertebesini Kaf Dağı ve Simurg kuşuna teşbih ediyor. Onu, kıyamete kadar anlatıp övse sözünün tükenmeyeceğini bildirir. Yapılan ibadetlerin makbul olması ve nefisle savaşta başarının, böylelikle diğer sâlikleri de geçebilmenin şartının bir mürşid-i kâmile sarılmaktan geçtiği ortaya konuyor.  Böyle bir mürşid-i kâmilin gölgesine girince orada göreceğin muameleler hakkında ileri geri konuşup muhalefet etmemek gerekir. Bunlara tahammül edilemez ve her şeye itiraz edilirse kişinin kalbi nuru ilâhi ile canlanmaz. Hz. Mevlânâ’nın, bir mürşid-i kâmile bağlanmanın gerekliliği ve bu mürşid-i kâmilin özelliklerini, Peygamber Efendimizin ağzından Hz. Ali gibi bir sahâbeye anlatmasını yeni bir başlık içinde ele alarak nakletmesi, meselenin ne kadar önemli olduğunun ortaya konması açısından dikkate şâyandır.[32]

Mürşid-i kâmilin yanına mânen ne kadar kötü vaziyette gidilirse gidilsin ona teslim olunduktan sonra en güzel suretlere bürünülür. Âdi bir taş yerine kıymetli bir cevher olmak isteniyorsa gönül ehlinin diyarına gidilmelidir. Karanlığı aydınlatan güneşlerin meclisine, mânevî gıdaları ikram edenlerin sofrasına oturulmalıdır. Bu mecliste hakikatlere vakıf olunup Hakk’a ulaşılır. Kişi kendisini satın almak isteyen mürşide her şeyiyle kendini satmalıdır.[33]

“Katı taş ve mermer bile olsan, gönül sahibine erişirsen cevher olursun.

Temizlerin muhabbetini ta… canının içine dik. Gönlü hoş olanların muhabbetinden başka muhabbete gönül verme.[34]

Nefsine bu kadar uyma; seni satın alanlardan gafil olma.”[35]

Mürşid-i kâmil aslan, kurt ve tilkinin ava çıkma hadisesinde olduğu gibi sâliklerinin her türlü ahvalini bildiği gibi içinden geçirdiklerine de vâkıftır. Böyle olunca mürid sırları bilenin huzurunda kalbine ve düşüncelerine sahip olmak zorundadır. Bu hikâyede mürşid-i kâmile teslim olmanın kişiye neler kazandırdığını gördüğümüz gibi mürşidinde yokluğa eremeyip benlik ve enâniyeti üzerinden atamayan sâliklerin sonunun helak olduğuna da şahit oluruz. Ama mürşidine tam teslim olup onun huzurunda hiçliğini ortaya koyarsan bütün nimetler sana açılır.[36]

“Sırların aslanı ve beyi olan, kalpten geçenleri bilir.

Kendine gel, ey düşüncelere dalmayı huy edinen gönül! Onun huzurunda kötü düşüncelerden sakın![37]

Mürşid-i kâmil dikeni aşılayıp gül yapabilen ve ateşi söndürüp nura çevirendir. Nefis ise ateşini söndürmesin diye mürşid-i kâmilden kaçar. O nur senin ateşini söndürmek için sana geldikçe nefsin bundan hoşlanmaz. Nefsin ateşini söndürmek istiyorsak o nura yapışmak şarttır. O vakit ateş bahçesi gül bahçesine döner de orada güzellikler ortaya çıkmaya başlar.[38]

“Ya baltayı al, ercesine vur, Ali gibi bu Hayber kapısını kopar.

Yahut bu dikeni gül fidanına ulaştır, sevgilinin nurunu nâra kavuştur.[39]

O Söndükten sonra ne dikersen biter… Lâleler, ak güller, marsamalar çıkar.”[40]

Mürşid-i kâmil senin elinden tutup terbiye ederek sağ salim menzile ulaştıracak tek kişidir. Ondan başkasının sözüne itibar edilmemelidir. O, kişiyi kısa zaman da birçok mertebelere ulaştırır. O, diken misali nefsinin sıfatlarını yakarak kişiyi kurtaracak olandır.[41]

“Kulağını tıka da o ihsan ve lûtuf sahibi velinin afsunundan başka bir afsun okuma.

Onun afsunu helvadan da tatlıdır. Hattâ o öyle bir erdir ki ayağının bastığı toprak, yüzlerce helvaya değer.[42]

Heva ve hevesi terk etme ateşini vur şu dikene… iyi işli dosta uzat elini, sarıl ona!”[43]

Nefsin hilesinden emin olup tuzağına düşmemek için mürşid-i kâmille beraber olmak ve ondan ayrılmamak lazımdır. Çünkü yalnız başına iken nefsin seni helak etmesi kolaydır.[44]

“Allah ile oturup kalkmak isteyen kişi velîler huzurunda otursun.

Velîlerin huzurundan kesilirsen helâk oldun gitti. Çünkü sen küllü olmayan bir cüzüsün.

Şeytan, birisini kerem sahiplerinden ayırırsa onu kimsiz, kimsesiz bir hale kor, o halde de bulunca başını yer, mahvedip gider.

Topluluktan bir an bile ayrılmak bil ki Şeytan’ın hilesinden ibarettir.”[45]



[1] Tâhiru’l-Mevlevî, V, 1380; Konuk, II, 293; III, 214; V, 474; IX, 355; XIII, 77, 81; IX, 154; Mesnevî, I, 2938-2945; II, 745-747; VI, 4121-4143.
[2] Mesnevî, V, 1053-1043.
[3] Mesnevî, III, 588.
[4] Mesnevî, II, 3343-3346.
[5] Mesnevî, III, 1754-1755.
[6] Tâhiru’l-Mevlevî, I, 183; V, 1393; Konuk, I, 158; II, 301; Mesnevî, I, 225-236.
[7] Mesnevî,  I, 2970-2973.
[8] Tâhiru’l-Mevlevî, XI, 1060; Konuk, VI, 442.
[9] Mesnevî, III, 4075.
[10] Mesnevî, III, 4077-4078.
[11] Tâhiru’l-Mevlevî, X, 454; XIII, 876; Konuk, V, 462; VIII, 479; Mesnevî, III, 1750-1753.
[12] Mesnevî, IV, 3392-3395.
[13] Mesnevî, IV, 3404.
[14] Mesnevî, IV, 3408-3411.
[15] Mesnevî, IV, 3416-3421.
[16] Tâhiru’l-Mevlevî, VI, 164; Konuk, III, 63, 146; Mesnevî, II, 470-473.
[17] Mesnevî, II, 150-151.
[18] Konuk, VI, 85, 86; VII, 529-531; Mesnevî, IV, 1794-1899; III, 2701-2704.
[19] Mesnevî, III, 2707.
[20] Mesnevî, IV, 1800-1801.
[21] Tâhiru’l-Mevlevî, X, 664; Konuk, VI, 45-50; Mesnevî, III, 2544-2562; IV, 2357-2359.
[22] Tâhiru’l-Mevlevî, VII, 628, 629; Konuk, III, 68, 60; X, 83; Mesnevî, II, 3430, 1986-1990.
[23] Mesnevî, II, 167-168.
[24] Mesnevî, V, 2243.
[25] Tâhiru’l-Mevlevî, IV, 1013; Konuk, II, 54; IV, 159; VII, 170; XIII, 309; Mesnevî, VI, 4861-4862; IV, 541.
[26] Mesnevî, I, 2053.
[27] Mesnevî, I, 2055-2059.
[28] Konuk, II, 267
[29] Mesnevî, I, 2851-4852.
[30] Mesnevî, I, 2857-2859.
[31] Konuk, II, 298-300.
[32] Tâhiru’l-Mevlevî, V, 1389-1398; Konuk, II, 302-304; Mesnevî, I, 2959-2980.
[33] Konuk, I, 259; XIII, 211.
[34] Mesnevî, I, 722-723.
[35] Mesnevî, VI, 4552.
[36] Konuk, II, 310, 334; IV, 368; Mesnevî, I, 3046-3051, 3110-3113; II, 3216-3220.
[37] Mesnevî, I, 3028.
[38] Tâhiru’l-Mevlevî, VII, 409; Konuk, III, 351-354; Mesnevî, II, 1244-1260.
[39] Mesnevî, II, 1244-1245.
[40] Mesnevî, II, 1260.
[41] Konuk, IV, 194, 195; V, 114; X, 142; Mesnevî, II, 2530-2533.
[42] Mesnevî, V, 2519-2520.
[43] Mesnevî, III, 376.
[44] Tâhiru’l-Mevlevî, VII, 678.
[45] Mesnevî, II, 2163-2166.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İMAN - İTAAT

İMAN- İTAAT Bizler bazı şeyleri ya yanlış anlıyoruz yada işimize öyle geliyor o şekilde kullanıyor, davranıyor , savunuyoruz. Alla...