Seyrü Sülûkte Tarikler
Nefsin
sıfatları bu kadar çok olmasına karşılık, kişiyi ondan kurtarıp Cenâb-ı Hakk’a
ulaştıracak yollar da varlıkların sayısı kadar çoktur. Ancak bunları çeşitli
guruplar halinde toplamak mümkündür. Genel olarak bu yollar üçe ayrılır:
Tarik-i ahyâr, tarik-i ebrâr, tarik-i şuttâr.[1]
Tarik-i
ahyâr; amel ve ibadetle, çok namaz, çok oruç, Kur’ân-ı Kerîm okumak gibi şer’i
amelleri işleyerek Allah’a ulaşmaya çalışan, âbid, zâhid ve hayırlar yoludur.
Ancak bu yolda maksuda erişmek çok uzun zaman alır ve zordur.
Tarik-i
ebrâr; mücâhede ve riyâzatla nefsi temizleyip, kalbi nurlandırarak iyi huylar
edinmekle Allah’a ulaşmaya çalışan iyilerin yoludur.
Tarik-i
şuttâr; Allah’ın dışında ki varlıkların tamamından sıyrılıp, irâdî ölümü
gerçekleştiren, cezbe, sahibi aşk ve muhabbet ehlinin yoludur.[2]
Seyrü
sülûk usulüyle, Cenâb-ı Hakk’a ulaşmak gayesi bakımından da nefsânî ve ruhânî
tarikler; nefsi terbiye veya ruhu tasfiye etmek diyerek de gruplandırılabilir.[3]
Nefis
ve ruh arasında, insanda ki iradeyi ele geçirmek için daimi bir mücadele ve
savaş vardır. Nefis, tabiatı icabı devamlı ruhun istek ve arzularının tersini
yapar, şer kuvvetleri ve askerleri ile saldırır. Ruh da ona karşı aşk, sevgi,
gözyaşı, muhabbet gibi kuvvetlerle karşı koymaya çalışır. İşte nefsi ıslah ederek,
ruha boyun eğdirme savaşının adı olan sülûk; kişinin tasavvufi bir disiplin
altında bütün mertebe ve merhaleleri aşarak Cenâb-ı Hakk’a varmasıdır.[4]
Sülûkta
asıl maksat, şüphesiz nefsin çirkin, kötü sıfatlarından kurtulmaktır. Bunun
için gerek ruhânî gerekse nefsânî tariklerde sâlik önünde duran perdeleri teker
teker geçmelidir. Bu perdeleri aşmada sâlikin en büyük yardımcısı ve olmazsa
olmazı kâmil bir mürşiddir. Bu uzun yolculukta yolu şaşırtacak, hedefe
varıncaya kadar birçok engeller (vesvese, evham, hayaller) tehlikeler
olacaktır. İşte selametle gidebilmek, bu tehlikelerden emin olabilmek için bu
yolculuğun mürşidsiz mümkün olamayacağında ittifak edilmiştir.[5]
Ebu
Ali Sakafî: “Bir adam her çeşit ilim adamlarının sohbetlerinde bulunsa, bütün
ilimleri kendisinde toplasa, samimi bir terbiyeciden veya şeyhten riyâzet yolu
ile eğitilmedikçe (Allah) adamlarının seviyesine ulaşamaz. Amelde ki
kusurlarını ve nefsinin benliklerini kendisine birer birer gösterecek bir
üstaddan edep ve terbiye görmeyen kimselere muameleleri düzeltme (tasavvuf)
konusunda tâbi olmak caiz değildir.” Diyerekten hem mürşidsiz yolculuğun
olamayacağını hem da seçilen mürşidin bu işi bilen, sadece mücerret ilim sahibi
olmasının yetmeyeceğini, onun hakiki mânâda hâl sahibi de olması gerektiğine
dikkat çekiyor.[6]
Ruhânî
tarikta; ruhu yüceltmek, tasfiye, onun üzerindeki karanlıkları kaldırmak
esastır. Ruh yücelince, insan vücuduna hâkim olacak, böylece nefis kontrol
altına alınmış olacaktır. Bu yolda çile yoktur. Nafile ibadetler, zikir, teslimiyet,
rabıta gibi mânevi gayretlerle ruhu tasfiye vardır. Bu tasfiyede en önemli şey
mürşidin mânevi teveccühüdür. Bu yolda sâlikin aşması gereken ruhun merhaleleri
beden, nefs, kalb, sır, hafî ve ahfâ olarak veya kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ,
letâifü’l-küll, nefy-isbat ve murakabe olarak veya nefs-i emmâre, nefs-i
nâtıka, kalb, ruh, sır, sırrın sırrı, hafî ve ahfâ olarak isimlendirilir. Salik
bu mertebeleri aşarak yakîne ulaşır.[7]
Nefsânî
tarikta ise; nefsin riyâzet ve mücâhede ile arzu ve isteklerini kontrol altına
almak vardır. Nefsi terbiyede yedi merhale vardır, bu merhalelerin her birinde
de Allah’ın yedi isminden biri zikredilir. Ve her mertebede nefsin sıfatı,
seyri, âlemi, hali, mahalli, vâridatı, şuhüdu, esması ve rengi vardır.[8] Her
makamda, Kur’ân-ı Kerîm’den bir âyetle delillendirilmiştir. Nefs-i Emmâre,
Nefs-i Levvâme, Nefs-i Mülhime, Nefs-i Mutmainne, Nefs-i Râzıye, Nefs-i
Marziyye ve Nefs-i Kâmile diye isimlendirilen bu mertebelere “atvâr-ı seb’a”
ismi verilir.[9]
Bu “atvar-ı seb’a” ismiyle, özellikle Halveti tarikatı mensupları tarafından,
kütüphanelerde yazmaların birçoğu mevcut olan, risaleler kaleme alınmış olup,
detaylı bilgiler verilmiştir.[10]
[1] Yaşar Nuri Öztürk, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar, Yeni
Boyut, 4. Baskı, 1995 İstanbul, s. 152;
Ayni, s. 221,222; Yılmaz, Anahatlarıyla
Tasavvuf ve Tarîkatlar, s. 260; Konuk, VII, 456.
[2] Ayni, a.g.e. s. 220,221;Öztürk,
a.g.e. s. 153; Yılmaz, a.g.e. s. 260; Serhendî, a.g.e. s. 263
[3]Öztürk, a.g.e. s. 154; Ayni, a.g.e.
s. 265; Yılmaz, a.g.e. s. 263
[4] Öztürk, Kur’an ve Sünnete Göre Tasavvuf, s. 88,100,115; Bardakçı, a.g.e. s.
77
[5] İbrahim Hakkı, a.g.e. s. 951;
Öztürk, a.g.e. s. 92; Ayni, a.g.e. s. 263; Yılmaz, a.g.e. s. 208
[6] Kuşeyri, a.g.e. s. 162
[7]
Osman Türer, “Letâif’i Hamse”, (DİA),
Ankara 2003, XXVII. 143; Yılmaz, a.g.e. s. 263; Öztürk, a.g.e. s. 125; Öztürk, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar, s. 154.
[8] Bkz. Tablo 1.
[9] Yılmaz, a.g.e. s. 267; Uludağ,
a.g.m. s. 528; Öztürk, Kur’an ve Sünnet
Göre Tasavvuf, s. 115,125; Ateş, İslam Tasavvufu. s. 522
[10] Bkz. Ramazan Muslu, “Halvetiyye’de
“Atvâr-ı Seb’a” Yazma Geleneği ve Sofyalı Bâlî’nin Atvâr-ı Seb’a Risalesi”, Tasavvuf
İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 2006, Yıl 8, Sayı 18,
ocak-haziran 2007, s. 44,45; Ali Haydar
Bostancı, Tasavvufta Etvâr-ı Seb’a ve
Sofyalı Bâli Efendi’nin Etvâr-ı Seb’ası, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi,
Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1996. s. 28-33.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder