30 Temmuz 2017 Pazar

YÖRÜKLER ve TÜRKLÜK - MERSİN YÖRÜKLERİ

YÖRÜKLER ve TÜRKLÜK – MERSİN YÖRÜKLERİ

Orta Asya’nın azgın steplerinden başlar bu göç hikayesi… Stepin dondurucu soğuğu, çöllerin kavurucu sıcağı ve Türkler. Ardından göç; batıya, hep batıya…
Nedendir bilinmez, batıdan bir şeyler onları çekiyor adeta. “Gel beni fethet, adı dünyanın en ücra köşelerine kadar duyulan ve her duyuşta yürekleri tir tir titreten, dünyaya İslam ve adalet rüzgarını savuran, insanlığı dünyaya öğreten o ihtişamlı devletleri kur bende” diyor.
Ve bu sesi duyan Türkler yılmadan, usanmadan hep batıya ilerliyorlar. Yeri geldiğinde yüz binlik orduları bozguna uğratıyorlar. Yeri geldiğinde koca imparatorlara diz çöktürüyorlar. Dünyaya Türkün ve İslam’ın ne demek olduğunu öğretiyorlar. Sonunda Rum eline, kendilerin hasretle bekleyen diyara, her gece rüyalarında dörtnala at koşturdukları gerçek yurtlarına geliyorlar. Büyük devletler kuruyor, dünyanın dört bir köşesine nam salıyor… Derken aradan yıllar, asırlar geçiyor ve koca, ihtişamlı devletler bu hale geliyor. O devletleri kuran atalarımızdan, onların yaşadığı hayattan, gelenek göreneklerden kısacası Yörüklükten ne kaldı geriye? Maalesef pek az şey…
Peki neden Yörükler ve Türklük? Çünkü Yörükler adeta Türklüğün simgesi. Türk deyince ilk akla gelen Yörükler, Yörük deyince ilk akla gelen Türkler olmuştur. Yörüklük Türk Milleti’ne alem olmuş, bir bütün teşkil etmişlerdir. Günümüzde ise Yörük hayatını yaşayanlar azınlığa düşmüş ve Yörük lafzı sadece bu sosyal tabakaya alem olarak kalmıştır.
Yazık ki teknoloji, bu muazzam topluluğu yavaş yavaş şehre kaydırmakta ve geçmişten gelen örf ve adetlerini unutturmaktadır. Çarık, yerini ayakkabıya, deve-katır traktöre, klasik radyolar seyyar televizyonlara bırakmıştır. Tahta kaşıkların yerini demir, bakır kazanların yerini çelik almıştır. Hatta çadırlara telsiz bile girmiş, değişik yöreler arası haberleşme gelişmiştir. Büyük umutlarla şehre göçenlerde umduğunu bulamamış, hezimete ve hüsrana uğramıştır. Geri de dönemeyenler orada ezilip gitmişlerdir.
Peki, teknoloji karşısında eriyip giden, ister istemez yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan Yörük hayatı hakkında ne biliyoruz, ne kadar yaşıyoruz? Hepimizin az çok bilgisi vardır. Belki içinizden “Benim amcam da Yörüktü, dedemlerin hala sürüleri var” diyenler olacaktır. Çünkü geçmişimizden gelen az çok kalıntılar hala vardır. Önemli olan o hayatı yaşamasak dahi bilmektir, tanımaktır, yaşatmaktır.
Güz/Sonbahar mevsiminde Yörükler sahile inerler. Köylerden “salan” denilen kendi sürüsüne ait yerleri para karşılığı tutarlar. Sürü için ağaç ve tahtalardan çatma yarı kapalı bir ağıl yaparlar. İleride doğacak yavrular içinde bir kuzluk. Kış gelir çatar. Koyunlarda tek tek kuzulamaya başlar. Bu ilk yavrular sıkıntılı günlerin habercisidir. Çünkü bir sürüyü eksiksiz kuzulatmak öyle her yiğidin harcı değildir. İklim yumuşak olduğu için kışın sürü güde götürülür. Dağda sancılana hayvan kuzulamak için olduğu yerde kalabilir veya sürüden ayrılabilir. Çobanında haberi olmazsa koyun kuzusunu kurda kuşa kaptırabilir. Bu hadisenin tekrarı demek emeklerin heba olması demektir. Çünkü Yörüklerin genelde koyundan başka gelirleri yoktur. Koca bir yılı bütün aile ve masraflar hep o doğacak yavrulara bağlıdır. Her telef olan kuzu masrafları biraz daha kısar. Bu devre ne kadar eksiksiz kapatılırsa yazın hâsılat o kadar iyi olur.
Bahar gelir, kuzular büyür. İnsanlar da hatta hayvanlar da bile bir yayla özlemidir başlar. Göç günü gelir çatar. Herkeste bir sevinç, bir heyecan… İşlemeli rengârenk hararlar, birbirinden güzel motifli halılar, kilimler, tahta işlemeli kaşıklar, yünden yatak ve yorganlar, altın sarısı mekikler, pır pır dönen kirmanlar, yün iplikler, yayıklar, bakraçlar, yemlikler… Birbirinden güzel örme ceketler, yelekler, eşarplar, çoraplar, renk renk tülbentler, poçular, keçeler, abalar, kepenekler ve dillere destan kara çadır… Hepsi hazırda bekleyen develere, katırlara yüklenir. Azıklar hazırlanır, yemeniler giyilir ve göç başlar…     
En önde çoban, arkada sürüsü, en arkada deve katarı ve ev ahalisi. Sevinçten bağrışan çocuklar, meleşen koyunlar-kuzular. Şarkılar, türküler eşliğinde atına binmiş gençler bir oyana bir buyana…
Erisin dağların karı erisin
Akan seller düz ova bürüsün
Türkmen ili yaylasına yürüsün
Mor kuzular melesin de gidelim

Bu göç sevinci, yayla heyecanı bambaşkadır. Sahilden uzaklaşıp kırlara doğru çıktıkça sevinç, heyecan bir kat daha artar. Yaylanın serin, temiz havası burunlarda tütmeye başlar. Kır yolunun belli mola yerleri vardır. Göç mevsiminde Çukurova’dan gelen Yörükler burada birleşir, buluşurlar. Genelde bir birini tanıyan kafileler, bütün bir kış boyunca göremedikleri dostlarıyla, ahbaplarıyla buluşurlar hasret giderirler. Pınardan kaplar doldurulur, ateşler yakılır, ağa bir koç keser. Herkes davet edilir, yenip içilir, gece orada geçirilir. Son molayı da veren kafile, artık kıra çıkmıştır. Her yöresi bir başka güzel, her köşesi anılarla dolu, altı ay sürecek olan yayla hayatı böylece başlamış olur.
Kır hayatı/Toroslar bambaşkadır. Havasıyla, suyuyla her şeyiyle… Bir yanda çam ormanları, bir yanda çayırlar, meralar, şarıl şarıl akan pınarlar, rengârenk çiçekler, cıvıl cıvıl kuşlar… Kısacası hayatın en sadeliği, en doğallığı ve bütün bu güzelliklerle dolu yer de Yörükler…
Yayla hayatı hareketlidir. Şenlikler, yarışmalar, koç katımı şöleni, sayıl çıkarma, yaz kırkımı, kuzu kırkımı şölenleri, yün yuma merasimleri, ok atma, silah kullanma, at binme, güreş gibi yarışmalar…
Yazın koyunun gece güdülmesi sebebiyle çoban, dağda sürünün başındadır. Sabah dönüşte koyunlar suya koşar ve çekilirler gölgeye yatarlar. Çoban da meşhur Yörük sofrasında ayran ve sıkma ile kahvaltısını yapıp istirahata çekilir. İkindin sağım zamanıdır. Helkesini alan Yörük Ana’sı koyunlarını sağar ardından kuzularını katar. Dağlar, taşlar kuzu sesi ile inler. Ta ki her kuzu anasını bulana kadar. Çoban sürüyü, çocuklar kuzuları götürür. Analarda önce sütü süzerler, kaymağını alırlar. Sütün bir kısmı peynir, lor, çökelek ve yağ yapılır. Yörüğün her günü böylece bir koşuşturmaca devam eder.

Koyun, kaval ve çoban ayrılmaz üçlüdür. Bazen de araya bir ağa kızı girer. Çoban onu, o da çobanı sever. Fakat ağa inat eder, vermemek için yedi dereden su getirir. “Üç gün koyuna tuz ver, hiç sulama üçüncü gün suya getir, kavalınla suyu içirmeden geri götür. O zaman kızı alırsın.” der. Maşukuna kavuşmak için başka çaresi olmayan çoban, ağanın dediklerin yapar. Üçüncü gün sürüyü suya indirir. Kavalını eline alarak koyunlara yalvarmaya başlar. Sesi duyan sürü, susuz olmasına rağmen geriye döner. Ancak birisi dönmez, meşhur kara koyun. Suya ilerler, ağzını uzatır. Çoban son kez kavalını eline alır. Öyle bir çalar ki dağlar taşlar yıkılır. Nihayet işin farkına varan kara koyun da çekilir, içmez suyu…
                               Hamid Devecioğlu,1999 Gedavet Duvar Gazetesi'nden bir nostalji, güzel bir deneme yazısı umarım yazmaya devam etmiştir, hayatta başarılar temennisi ile...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İMAN - İTAAT

İMAN- İTAAT Bizler bazı şeyleri ya yanlış anlıyoruz yada işimize öyle geliyor o şekilde kullanıyor, davranıyor , savunuyoruz. Alla...