HASTA
“Vak’a Halkalı Ziraat Mektebi’nde geçmiştir.”
– Bence, doktor, onu siz bir soyarak dinleyiniz;
Hastalık çünkü değil öyle ehemmiyyetsiz,
Sâde bir nezle-i sadriyye mi illet? Nerde!
Çocuğun hâli fenâlaştı şu son günlerde.
Ameliyyâta çıkarken sınıf on gün evvel,
Bu da gelmez mi, dedim: “Kim dedi, oğlum, sana, gel?
Nöbet üstünde adam kaçmalı yorgunluktan,
Hadi yavrum, hadi söz dinle de bir parça uzan.”
O zamandan beridir za’fı terakkî ediyor;
Görünen: Bir daha kalkınması artık pek zor.
Uyku yokmuş; gece hep öksürüyormuş; ateşin
Olmuyormuş azıcık dindiği...
– Ben zâten işin,
Bir ay evvel biliyordum ne vahim olduğunu...
Bana ihtâra ne hacet , a beyim, şimdi bunu?
Ma’amâfih yeniden bir bakalım dikkatle:
Hükm-i kat’î verelim, etmeye gelmez acele.
– Çağırın hastayı gelsin.
Kapının perdesini
Açarak girdi o esnâda düzeltip fesini,
Bir uzun boylu çocuk... Lâkin o bir levha idi!
Öyle bir levha-i rikkat ki unutmam ebedî :
Rengi uçmuş yüzünün, gözleri çökmüş içeri;
Elmacıklar iki baştan çıkıvermiş ileri.
O şakaklar göçerek cebheyi yandan sıkmış;
Fırlamış alnı, damarlar da berâber çıkmış!
Bet beniz kül gibi olmuş uçarak nûr-i şebâb
O yanaklar iki solgun güle dönmüş, bîtâb !
O dudaklar morarıp kavlamış artık derisi;
Uzamış saç gibi kirpiklerinin her birisi!,
Kafa bir yük kesilip boynuna, çökmüş bağrı;
İki değnek gibi yükselmiş omuzlar yukarı.
– Otur oğlum, seni dikkatlice bir dinliyelim...
Soyun evvelce fakat...
– Siz soyunuz, yok hâlim!
Soydu bîçâreyi üç beş kişi birden, o zaman
Aldı bir heykel-i üryân-ı sefâlet meydan!
Bu kemik külçesinin dinlenecek bir ciheti
Yoktu. Zannımca tabîbin coşarak merhameti,
“Bakmasak hastayı nevmîd ederiz belki” diye;
Çocuğun göğsüne yaklaştı biraz dinlemeye:
– Öksür oğlum... Nefes al... Alma nefes... Oldu, giyin;
Bakayım nabzına... A’lâ ... Sana yavrum, kodein
Yazayım, öksürüyorsun, o keser, pek iyidir...
Arsenik hapları al, söylerim eczâcı verir.
Hadi git kendine iyi bak...
– Nasıl ettin doktor?
– Edecek yok, çocuk artık yola girmiş, gidiyor!
Sol taraftan rienin zirvesi tekmil çürümüş;
Hastalık seyr-i tabî’îsini almış yürümüş.
Devr-i sâlisteki âsârı o mel’ûn marazın
Var tamamiyle, değil hiçbiri eksik arazın .
Bütün a’râz , şehîkıyle , zefîriyle .
– Yeter!
Hastanın çehresi meydanda ya! İnsanda meğer
Olmasın his denilen şey... O değil, lâkin biz
Bunu “tebdîl-i havâ” der de nasıl göndeririz?
Şurda üç beş günü var... Gönderelim: Yolda ölür...
“Git!” demek, hem, düşünürsek ne büyük bir züldür !
Hadi göndermeyelim... Var mı fakat imkânı?
Kime dert anlatırız? Bulsana dert anlayanı!
– Sözünüz doğru Müdür Bey; ne yapıp yapmalı; tek
Bu çocuk gitmelidir. Çünkü, emînim, pek pek,
Daha bir hafta yaşar, sonra sirâyet de olur;
Böyle bir hastayı gönderse de mektep ma’zûr .
– Bir mubassır çağırın.
– Buyrun efendim.
– Bana bak:
Hastanın gitmesi her hâlde muvâfık olacak.
“Sana tebdîl-i havâ tavsiye etmiş doktor.
Gezmiş olsan açılırsın...” diye bir fikrini sor.
‘İstemem!” der o, fakat dinleme, iknâ’a çalış:
Kim bilir, belki de bîçâre çocuk anlamamış?
* * *
– Şimdi tebdîl-i havâ var mı benim istediğim?
Bırakın hâlime artık beni rahat öleyim!
Üç buçuk yıl bana katlandı bu mektep, üç gün
Daha katlansa kıyâmet mi kopar? Hem ne içün
Beni yıllarca barındırmış olan bir yerden,
“Öleceksin!” diye koğmak? Bu koğulmaktır. Ben
Kimsesiz bir çocuğum, nerde gider yer bulurum?
Etmeyin, sonra sokaklarda perîşân olurum!
Anam ölmüş, babamın bilmiyorum hiç yüzünü;
Kardeşim var, o da lâkin bana dikmiş gözünü:
Sanki âtîdeki mevhûm refâhım giderek,
Onu çalkandığı hüsranlar içinden çekecek!
Kardeşim! Kurduğum âmâli devirmekte ölüm;
Beni göm hufre-i nisyâna , ben artık öldüm!
Hangi bir derdim için ağlayayım, bilmiyorum.
Döktüğüm yaşları çok görmeyiniz: Mağdûrum!
O kadar sa’y-i belîğin bu sefâlet mi sonu?
Biri evvelce eğer söylemiş olsaydı bunu,
Çalışıp ömrümü çılgınca hebâ etmezdim,
Ben bu müstakbele mâzîmi fedâ etmezdim!
Merhamet bilmeyen insanlara bak, yâ Rabbi,
Koğuyorlar beni bir sâil-i âvâre gibi!
– Seni bir kerre koğan yok, bu sözün pek haksız.
“İstemem, yollamayın” dersen eğer, kal, yalnız...
Hastasın...
– Hem veremim! Söyle, ne var saklayacak?
– Yok canım, öyle değil...
– Öyle ya herkes ahmak!
Bırakırlar mı eğer gitmemiş olsam acaba!
Doğrudur, gitmeliyim... Koşturunuz bir araba.
Son sınıftan iki vicdanlı refîkin koluna
Dayanıp çıktı o bîçâre sefâlet yoluna,
Atarak arkaya bir lemha-i lebrîz-i elem ,
Onu teb’îd edecek paytona yaklaştı “verem!”
Tuttu bindirdi çocuklar sararak her yerini,
Öptüler girye-i mâtem dökerek gözlerini:
– Çekiver doğruca istasyona...
– Yok, yok, beni tâ,
Götür İstanbul’ a bir yerde bırak ki: Gurebâ ,
-Kimsenin onlara aldırmadığı bir sırada-
Uzanıp ölmeye bir şilte bulurlar orada!
burada ki yazılar bilgi amaçlıdır. yazarları tarafından istenildiği takdirde yayından kaldırılır. Ve varsa yanlışlıklar bildirildikten sonra en kısa zamanda düzeltilir
28 Ekim 2017 Cumartesi
25 Ekim 2017 Çarşamba
Fâtih Camii // Mehmet Akif Ersoy
Fâtih Camii
Yatarken yerde ilhâdıyla haşr olmuş sefîl efkâr ,
Yarıp edvârı yükselmiş bu müdhiş heykel-i ikrâr .
Siyeh reng-i dalâlet bir bulut şeklinde mâzîler ,
Civârından kaçar, bulmaksızın bir lâhza istikrâr;
Ziyâ-rîz-i hakîkat bir seher tavrında müstakbel ,
Gelir fevkinden eyler sermedî binlerce nûr îsâr .
Derâgûş etmek ister nâzenîn-i bezm-i lâhûtu :
Kol açmış her menârı sanki bir ümmîd-i cür’etkâr!
O revzenler , nazarlardan nihân dîdâra müstağrak
Birer gözdür ki sıyrılmış önünden perde-i esrâr .
Bu kudsî ma’bedin üstünde tâbân fevc fevc ervâh ,
Bu ulvî kubbenin altında cûşân mevc mevc envâr .
Tecessüd eylemiş gûyâ ki subhun rûh-i mahmûru ;
Semâdan yâhud inmiş hâke , Sinâ-reng olup dîdâr!
Tabîat perde-pûş-i zulmet olmuş, hâbe dalmışken,
O, gûyâ kalb-i nûrânîsidir leylin , durur bîdâr .
Evet bir kalbdir, bir kalb-i cûşâcûş-ı âşıktır,
Ki cevfinden demâdem yükselir bin nâle-i ezkâr .
Nümâyan cephesinden Sadr-ı İslâm’ın meâlîsi :
O sadrın feyz-i enfâsiyle gûyâ bir yığın ahcâr ,
Kıyâm etmiş de, yükselmiş ve bir timsâl-i nûr olmuş,
Nasıl timsâl-i nûr olmaz? Şu pek sâkin duran dîvâr ,
Asırlar geçti hâlâ bâtılın pîş-i hücûmunda,
Göğüs germektedir, bir kerre olsun olmadan bîzâr.
Bu bir ma’bed değil, Ma’bûd’a yükselmiş ibâdettir;
Bu bir manzar değil, dîdâra vâsıl mevkib-i enzâr .
Semâdan inmemiştir, şüphesiz, lâkin semâvîdir:
Zemînî olmayan bir cilve-i feyyâzı hâvîdir .
* * *
Bir infîlâk-i safâdır ki yâr-ı cânımdır,
Sabâhı pek severim, en güzel zamânımdır.
Ridâ-yı leyli henüz açmamıştı dest-i semâ,
Sabâ da hâb-ı sükûndan ayılmamıştı daha,
Fezâ-yı rûhda aksetti, es-salâ-perdâz
Müezzinin dem-i mahmûru, bir hazîn âvâz .
İçimde cûş ederek lücce lücce istiğrâk ,
Ezanı beklemez oldum; açılmadan âfâk ,
Zalâmı sîneye çekmiş yatan sokaklardan
Kemâl-i vecd ile geçtim. Önümde bir meydan
Göründü; Fâtih’e gelmiştim anladım, azıcık
Gidince, ma’bede baktım ki bekliyor uyanık.
Sokuldum artık onun sîne-i münevverine ,
Oturdum öndeki maksûreciklerin birine.
Fezâ-yı ma’bedin encüm-nümâ meşâilini ,
O lem’a lem’a dizilmiş ziyâ kavâfilini
Görünce geldi çocukluk zamanlarım yâda ...
Neler düşündüm o sa’atte bilseniz orada!
Sekiz yaşında kadardım. Babam gelir: “Bu gece,
Sizinle câmie gitsek çocuklar erkence.
Giderseniz gelin amma namazda uslu durun;
Merâmınız yaramazlıksa işte ev, oturun!”
Deyip alırdı berâber benimle kardeşimi.
Namaza durdu mu, hâliyle koyverir peşimi,
Dalar giderdi. Ben artık kalınca âzâde ,
Ne âşıkâne koşardım hasırlar üstünde!
Hayâl otuz sene evvelki hâli pîşimden
Geçirdi, başladım artık yanımda görmeye ben:
Beyaz sarıklı, temiz, yaşça elli beş ancak;
Vücûdu zinde, fakat saç, sakal ziyâdece ak;
Mehîb yüzlü bir âdem: Kılar edeble namaz;
Yanında bir küçücük kızcağızla pek yaramaz.
Yeşil sarıklı bir oğlan ki, başta püskül yok.
İmâmesinde fesin bağlı sâde bir boncuk!
Sarık hemen bozulur, sonra şöyle bir dolanır;
Biraz geçer, yine râyet misâli dalgalanır!
Koşar koşar duramaz.... Âkıbet denir “âmin”
Namaz biter. O zaman kalkarak o pîr-i güzîn ,
Alır çocukları, oğlan fener çeker önde.
Gelir düşer eve yorgun, dalar pek âsûde
Derin bir uykuya...
Derken bu hâtırât-ı lâtîf
Çekildi aslına, artık hakîkatin o kesîf
Likâsı başladı karşımda cilve eylemeye;
Zaman da kalmadı zâten hayâli dinlemeye:
Sağım, solum, önüm, arkam huşû’a müstağrak
Zılâl-i âdem iken, bir sadâ bülend olarak,
O kâinât-ı huzû’u yerinden oynattı;
Fezâ-yı mahşere döndürdü gitti eb’âdı !
Sufûf ayakta müselsel cibâl-i velveledâr
Gibiydi. Her birisinden duyuldu sîne-fikâr ,
Birer enîn-i tazarru’ , birer niyâz-ı hazîn,
Ki kalb-i rahmeti sızlattı şüphesiz o enîn!
Eğildi sonra o dağlar huzûr-ı İzzet’te;
Göründü sonra o dağlar zemîn-i haşyette !
İnâyetiyle Hudâ kaldırınca her birini,
Semâya doğru o dağlar da açtı ellerini.
O anda koptu yüreklerden öyle bir feryâd,
Ki ruhum eyliyecek tâ ebed o dehşeti yâd.
Kesildi bir aralık inleyen hazîn âvâz...
Ne oldu Arş’a kadar yükselen o sûz ü güdâz :
O cûş içindeki îman?
Evet, hurûş ederek işte rahmet-i Subbûh ,
Bütün yüreklere serpildi kubbeden bir rûh:
Rûh-i itmînân.
Yarıp edvârı yükselmiş bu müdhiş heykel-i ikrâr .
Siyeh reng-i dalâlet bir bulut şeklinde mâzîler ,
Civârından kaçar, bulmaksızın bir lâhza istikrâr;
Ziyâ-rîz-i hakîkat bir seher tavrında müstakbel ,
Gelir fevkinden eyler sermedî binlerce nûr îsâr .
Derâgûş etmek ister nâzenîn-i bezm-i lâhûtu :
Kol açmış her menârı sanki bir ümmîd-i cür’etkâr!
O revzenler , nazarlardan nihân dîdâra müstağrak
Birer gözdür ki sıyrılmış önünden perde-i esrâr .
Bu kudsî ma’bedin üstünde tâbân fevc fevc ervâh ,
Bu ulvî kubbenin altında cûşân mevc mevc envâr .
Tecessüd eylemiş gûyâ ki subhun rûh-i mahmûru ;
Semâdan yâhud inmiş hâke , Sinâ-reng olup dîdâr!
Tabîat perde-pûş-i zulmet olmuş, hâbe dalmışken,
O, gûyâ kalb-i nûrânîsidir leylin , durur bîdâr .
Evet bir kalbdir, bir kalb-i cûşâcûş-ı âşıktır,
Ki cevfinden demâdem yükselir bin nâle-i ezkâr .
Nümâyan cephesinden Sadr-ı İslâm’ın meâlîsi :
O sadrın feyz-i enfâsiyle gûyâ bir yığın ahcâr ,
Kıyâm etmiş de, yükselmiş ve bir timsâl-i nûr olmuş,
Nasıl timsâl-i nûr olmaz? Şu pek sâkin duran dîvâr ,
Asırlar geçti hâlâ bâtılın pîş-i hücûmunda,
Göğüs germektedir, bir kerre olsun olmadan bîzâr.
Bu bir ma’bed değil, Ma’bûd’a yükselmiş ibâdettir;
Bu bir manzar değil, dîdâra vâsıl mevkib-i enzâr .
Semâdan inmemiştir, şüphesiz, lâkin semâvîdir:
Zemînî olmayan bir cilve-i feyyâzı hâvîdir .
* * *
Bir infîlâk-i safâdır ki yâr-ı cânımdır,
Sabâhı pek severim, en güzel zamânımdır.
Ridâ-yı leyli henüz açmamıştı dest-i semâ,
Sabâ da hâb-ı sükûndan ayılmamıştı daha,
Fezâ-yı rûhda aksetti, es-salâ-perdâz
Müezzinin dem-i mahmûru, bir hazîn âvâz .
İçimde cûş ederek lücce lücce istiğrâk ,
Ezanı beklemez oldum; açılmadan âfâk ,
Zalâmı sîneye çekmiş yatan sokaklardan
Kemâl-i vecd ile geçtim. Önümde bir meydan
Göründü; Fâtih’e gelmiştim anladım, azıcık
Gidince, ma’bede baktım ki bekliyor uyanık.
Sokuldum artık onun sîne-i münevverine ,
Oturdum öndeki maksûreciklerin birine.
Fezâ-yı ma’bedin encüm-nümâ meşâilini ,
O lem’a lem’a dizilmiş ziyâ kavâfilini
Görünce geldi çocukluk zamanlarım yâda ...
Neler düşündüm o sa’atte bilseniz orada!
Sekiz yaşında kadardım. Babam gelir: “Bu gece,
Sizinle câmie gitsek çocuklar erkence.
Giderseniz gelin amma namazda uslu durun;
Merâmınız yaramazlıksa işte ev, oturun!”
Deyip alırdı berâber benimle kardeşimi.
Namaza durdu mu, hâliyle koyverir peşimi,
Dalar giderdi. Ben artık kalınca âzâde ,
Ne âşıkâne koşardım hasırlar üstünde!
Hayâl otuz sene evvelki hâli pîşimden
Geçirdi, başladım artık yanımda görmeye ben:
Beyaz sarıklı, temiz, yaşça elli beş ancak;
Vücûdu zinde, fakat saç, sakal ziyâdece ak;
Mehîb yüzlü bir âdem: Kılar edeble namaz;
Yanında bir küçücük kızcağızla pek yaramaz.
Yeşil sarıklı bir oğlan ki, başta püskül yok.
İmâmesinde fesin bağlı sâde bir boncuk!
Sarık hemen bozulur, sonra şöyle bir dolanır;
Biraz geçer, yine râyet misâli dalgalanır!
Koşar koşar duramaz.... Âkıbet denir “âmin”
Namaz biter. O zaman kalkarak o pîr-i güzîn ,
Alır çocukları, oğlan fener çeker önde.
Gelir düşer eve yorgun, dalar pek âsûde
Derin bir uykuya...
Derken bu hâtırât-ı lâtîf
Çekildi aslına, artık hakîkatin o kesîf
Likâsı başladı karşımda cilve eylemeye;
Zaman da kalmadı zâten hayâli dinlemeye:
Sağım, solum, önüm, arkam huşû’a müstağrak
Zılâl-i âdem iken, bir sadâ bülend olarak,
O kâinât-ı huzû’u yerinden oynattı;
Fezâ-yı mahşere döndürdü gitti eb’âdı !
Sufûf ayakta müselsel cibâl-i velveledâr
Gibiydi. Her birisinden duyuldu sîne-fikâr ,
Birer enîn-i tazarru’ , birer niyâz-ı hazîn,
Ki kalb-i rahmeti sızlattı şüphesiz o enîn!
Eğildi sonra o dağlar huzûr-ı İzzet’te;
Göründü sonra o dağlar zemîn-i haşyette !
İnâyetiyle Hudâ kaldırınca her birini,
Semâya doğru o dağlar da açtı ellerini.
O anda koptu yüreklerden öyle bir feryâd,
Ki ruhum eyliyecek tâ ebed o dehşeti yâd.
Kesildi bir aralık inleyen hazîn âvâz...
Ne oldu Arş’a kadar yükselen o sûz ü güdâz :
O cûş içindeki îman?
Evet, hurûş ederek işte rahmet-i Subbûh ,
Bütün yüreklere serpildi kubbeden bir rûh:
Rûh-i itmînân.
11 Ekim 2017 Çarşamba
RAHMET MELEKLERİ VE AZAB MELEKLERİ, 99 DOKSAN DOKUZ KİŞİYİ ÖLDÜREN ADAM
RAHMET
MELEKLERİ VE AZAB MELEKLERİ
Peygamber efendimizin
anlattığı bir hikaye, öyle sanıyorum ki, benim anlatacağım bir hikayeden daha
çok hoşunuza gider. Konumuza, Efendimizin o baldan tatlı dilinden çıkan bir
hikaye ile başlayalım:
Vaktiyle bir adam, doksan dokuz kişiyi öldürmüş. Bir zaman
gelmiş, adam bu yaptıklarına pişman olmuş. Kötü yolu bırakıp iyi bir insan
olmak istemiş. "Acaba benim için bir kurtuluş yolu var mı?" diye
araştırmaya başlamış. Her gördüğüne:
— Dünyanın en büyük âlimi kimdir, biliyor musunuz? diye
soruyormuş. Aklınca, dünyanın en büyük âlimi benim derdime bir çözüm yolu
bulur; beni bu kötü yoldan kurtarır diye düşünüyormuş.
Bazıları bu adama bir rahibi tavsiye etmişler:
— Dünyanın en büyük alimi falan rahiptir; o senin derdine bir
çare bulur, demişler.
Günahkar adam, kalkmış rahibin yanına gitmiş.
Doğru yolu arayan günahkar adam:
— Rahip efendi, ben doksan dokuz adam öldürdüm. Şimdi
yaptıklarıma pişmanım. Allah’tan beni bağışlamasını diliyorum. Acaba Allah beni
bağışlar, tevbemi kabul eder mi? diye sormuş.
Rahip adamın durumuna bakmış; kurtulma şansı görememiş. Üzüntüyle
başını sallamış:
— Sen çok büyük günahlar işlemişsin. Allah seni bağışlamaz;
tevbeni de kabul etmez. Boşuna yorulma! demiş.
Günahkar adam birden öfkelenmiş. Kurtuluş ümidi kalmadığını
görmek, onu çileden çıkarmış:
— Bana çıkar bir yol gösteremiyorsun ha! Yaptıklarıma pişman
olduğum halde Allah beni bağışlamaz, öyle mi? Al öyleyse, seni de öldüreyim de
doksan dokuz, yüze tamamlansın demiş; rahibi de öldürmüş.
Yüz kişinin katili, mutlaka bir kurtuluş yolu olması
gerektiğine inanıyormuş. Yine yollara düşmüş ve yeryüzünün en büyük âlimini
aramaya başlamış.
Bu defa ona bir başka alimi tavsiye etmişler:
— O senin derdine mutlaka bir çare bulur, demişler.
Adam, büyük bir ümitle alimin bulunduğu yere gitmiş:
— Ben şimdiye kadar yüz kişi öldürdüm. Allah’ın beni bağışlamasını arzu ediyorum. Acaba
Mevlam yüzüme bakar da beni affeder mi? diye sormuş.
Bu âlim, gerçekten büyük bir insanmış:
— Elbette Allah seni bağışlar. Yeter ki, sen yaptıklarına
pişman ol! “Bir daha katiyen böyle şey yapmayacağım, Rabbim!”diye Allah’a söz
ver! demiş ve sözlerine şöyle devam etmiş:
İyi insan olmanın bir başka şartı da iyi insanların arasında
yaşamaktır. Senin yaşadığın çevre, çok kötü bir yerdir. Sakın bir daha oraya
dönme. Şimdi kalk, falan köye git! Orada Allah’a ibadet eden çok iyi kimseler
var. Sen de onlarla birlikte Allah’a ibadet et!
Bu sözler günahkâr adam üzerinde çok iyi etki yapmış. Âlimin
tavsiye ettiği köye gitmek üzere yola çıkmış. Yarı yola varınca eceli yetmiş ve
ölmüş. Ölen her insanın ruhunu melekler alıp götürür. İyi insanların ruhunu Rahmet Melekleri, kötü insanların
ruhunu da Azab Melekleri alıp
götürür.
Bu adam ölür ölmez, onun ruhunu götürmek üzere hem Rahmet
Melekleri, hem de Azab Melekleri gelmiş. Rahmet Melekleri:
— Bu adam bütün varlığıyla candan tevbe etti. Yaptıklarına
pişman oldu. Bu yüzden onun ruhu size değil bize aittir, diyorlarmış.
Azab Melekleri ise:
— Bu adam hayatında hiçbir iyilik yapmadı. Üstelik yüz tane
cana kıydı. Cana kıyanlar en kötü insanlardır. Bırakın onu biz götüreceğiz, diyorlarmış.
Görevlerinde kusur etmemek için çekişen meleklerin arasını
bulmak üzere Allah Teâlâ bir başka
meleğini görevlendirmiş. Bu melek insan kıyafetine girmiş ve onlara doğru
ilerlemeye başlamış.
Rahmet Melekleri ile Azab Melekleri:
— Bakın, demişler. Şu geleni aramızda hakem yapalım. O ne
karar verirse, ona göre davranalım! Hakem olan melek, her iki tarafı da
dinledikten sonra:
— Bu adamın geldiği mesafe ile gideceği mesafeyi ölçün.
Geldiği yere daha yakınsa, onu Azab Melekleri alsın. Eğer gideceği yere daha
yakınsa, onu Rahmet Melekleri alıp götürsün.
Günahları çok olduğu halde, yaptıklarına pişman olan ve
gönülden bağışlanma dileyen bu adamı Allah Teâlâ da affetmek istiyormuş. Onu
gideceği yere yaklaştırıvermiş.
Melekler her iki mesafeyi de ölçmüşler, adamın gideceği yere
daha yakın olduğunu görmüşler. Rahmet Melekleri buna çok sevinmişler. Adamın
ruhunu alıp götürmüşler.
Sevgili çocuklar!
Rahmet meleklerinin, iyi insanları ne kadar çok sevdiğini,
onların yanından ayrılmadığını ve zor durumda kalan iyi kimselere nasıl yardım
ettiklerini böylece öğrendek. Peygamber efendimiz, burada, onların bir başka
görevini daha bize öğretiyor.
Rahmet melekleri ne kadar
iyi değil mi? Sadece hayatta değil, öldükten sonra bile onlar bize sahip
çıkıyor ve yalnız bırakmıyor.
Şu halde iyi insanlar için ölüm, korkulacak birşey değildir,
önemli olan bizim hiç bilmediğimiz ahiret hayatını çok iyi bilen Rahmet
Melekleri'nin sevgisini kazanmak ve onlarla birlikte uçup gidebilmektir.
GÜLER YÜZ, BAL SATAN, SİRKE SATAN
GÜLER YÜZ
Bir şehirde karşı karşıya iki dükkan varmış, biri sadece
bal, biri de sadece sirke satarmış.
İşin garipliğine bakın ki, bal satan dükkana
bir tek müşteri dahi gelmezmiş. Fakat sirke satan dükkan tıklım tıklım
doluymuş, müşteriden girilecek yer bulunamıyormuş. Müşteriyi kaçıran balcı
üzgün üzgün düşünürken içeri giren Âlim
bir insan adama niçin düşündüğünü sormuş. O da:
- Efendim nasıl
üzülmeyeyim. Ben bal satıyorum, müşteri gelmiyor. Komşum ise sirke satıyor
müşteriden başını bulamıyor. Bunun sebebini düşünüyorum, demiş. Âlim durumu
şöyle açıklamış:
- Bu işin sebebi
düşünecek kadar zor değil. Olayın özü şudur: Senin elin bal satıyor fakat
suratın sirke satıyor. Komşunun ise, eli sirke satıyor fakat suratı bal
satıyor. Bak! Adamın yüzü gülücükler, sözü de güzellikler saçıyor.
PEYGAMBERİMİZİN ŞAHSİ ÖZELLİKLERİ -ŞEMAİLİ ŞERİF
PEYGAMBERİMİZİN ŞAHSİ ÖZELLİKLERİ -ŞEMAİLİ
"Hazreti
Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem
orta boylu idi. İnsana saygı telkin eden bir vücut yapısı ve görünüşü
vardı. Teni, buğday renginden biraz daha açık ve parlaktı. Siyah, gür ve hafif
dalgalı saçlarını ortadan iki yana tarar ve çok temiz tutardı. Son derece
güzel ve nurlu yüzü, çevresindekilere mutluluk ve emniyet telkin ederdi.
Hazreti Ebû Bekir bir şiirinde bu mübarek yüzü, dolunayın berraklığına
benzetmişti. Alnı geniş, hilal şeklindeki kaşlarının arası açıktı. Siyah ve iri
gözlü, uzun kirpikli idi. Burnu orta büyüklükte dişleri seyrekçe ve inci gibi
parlak, dudakları ince idi; son derece hoş bir tebessümü vardı. Gür sakalını
uzatır, bıyığını kısaltırdı. Göğsü ve sırtı geniş, omuzları geniş ve yüksekti.
Bu sebeple kendisinden iri yapılı olanlardan daha haşmetli gözükürdü. İki kürek
kemiğinin arasında "Peygamberlik
mührü" denilen iri bir ben vardı. İpek gibi yumuşak olan elleri daima
mis gibi kokardı. Vücut azası son derece güzel olduğu gibi, bu uzuvlar
arasındaki uygunluk da aynı derecede mükemmel idi."
Peygamberimiz
temizliğe çok önem verirdi. El, yüz, vücut, ağız ve diş temizliği sürekli
uyguladığı, alışkanlık haline getirdiği temizlik şekilleri idi. Uykudan
kalkınca yemekten önce ve sonra ellerin yıkanması, dişlerin sık sık
misvaklanması (fırçalanması) en az haftada bir defa bütün bedenin yıkanması
O'nun buyruklarındandır. Saçlarının temizliğine ve bakımına ayrı bir önem
verirdi.
Yeme içme konusunda
da çok titizdi. İyice acıkmadan sofraya oturmaz, midesini tıka basa doldurmadan
da sofradan kalkardı. O'na göre:
"Mide
derdin, perhiz dermanın başı idi.” Bu sebeple sık sık oruç tutardı. Su
içmeye bile ölçü getirmişti. "Suyu
deve gibi bir dikişte, dinlenmeksizin içmeyin, iki veya üç yudum da
içiniz" tavsiyesi bu ölçünün ifadesidir.
Bütün hareketleri,
oturması, kalkması, yürümesi, bir ölçü ve ahenk yansıtırdı. Gelişigüzel
davranışta bulunmazdı. Huzurundaki herkesi kim olursa olsun saygı gösterirdi.
Kimseye karşı ayaklarını uzatarak oturduğu görülmemiştir.
Konuşması tane tane
idi. "Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem konuştuğu zaman isteyen
O'nun sözlerini sayabilirdi. O derece ağır ve tane tane koşurdu.
Bir söz söylediği
zaman iyice anlaşılmasını istediği kelimeyi ve cümleyi üç defa tekrar ederdi.
Konuşması, her
dinleyenin rahatlıkla anlayabileceği şekilde açıktı. Harfleri ve kelimeleri
tam telaffuz ederdi. İsteyen onun konuşmalarını ezberleyebilirdi."
"Peygamberimiz
Allah'ı zikretmeksizin ne oturur ne de kalkardı.
O'nun meclisinde ne
yüksek sesle konuşulur, ne bir kimse aleyhinde bulunulur, ne de başkasına ait
bir hata ve günah söz konusu edilirdi. O konuşurken çevresindekiler başlarına
kuş konmuş gibi sessiz ve dikkatle dinlerler, söyleyecekleri bir şey varsa O
sözünü bitirince söylerlerdi. Bağırarak veya yüksek sesle konuşmazdı.
Çevresindekilere
karşı daima güler yüzlü idi. Gülmesi tebessüm şeklinde idi. Ağzını açarak
kahkaha ile gülmezdi."
Özetle söylenirse;
O'nun her davranışı bir ölçü ve güzellik arz ederdi.
PEYGAMBER EFENDİMİZİN İLK CUMA HUTBESİ
PEYGAMBER EFENDİMİZİN İLK CUMA HUTBESİ
“Ey insanlar!
Sağlığınızda ahiret
azığı hazırlayınız ve onu kendinizden önce gönderiniz!
Elbette bilirsiniz
ki, ölecek ve dünyada her şeyinizi geride bırakacaksınız!
Sonra Allah Teâlâ
tercüman ve perde bulunmaksızın sizden herbirinize:
Sana benim
Peygamberim gelip, buyruklarımı tebliğ etmedi mi?
Ben sana mal verdim,
ihsanda bulundum.
Sen, bu nimetlerden,
kendine ahiret payı ayırdın mı? diyecek.
İnsan da sağına
soluna bakacak, hiçbir şey görmeyecek.
Sonra, önüne
bakacak, orada da cehennemden başkasını görmeyecek!
Öyle ise, yarım
hurma ile de olsa, cehennemden kendisini korumaya gücü yeten hemen o hayrı
işlesin.
Onu bulamayan da
güzel bir sözle kendisini ateşten korumaya çalışsın. Çünkü bir iyiliğe, on
mislinden yediyüz misline kadar sevap verilir. Selam, Allah’ın rahmet ve
bereketleri üzerinize olsun!”
"Allah’a hamd
olsun.
Allah'a hamd ederim
ve Ondan yardım dilerim.
Nefislerimizin
şerlerinden ve kötü amellerinden Allah'a sığınırız. Allah'ın doğru yola
ilettiğini hiç kimse saptıramaz! Saptırdığını da hiç kimse doğru yola iletemez.
Şehadet ederim ki
Allah'tan başka ilah yoktur.
O, birdir, O'nun
ortağı yoktur.
Sözlerin en güzeli,
yüce Allah'ın kitabıdır. Allah kimin kalbini Kuran'la süsler ve onu küfürden
sonra İslâmla şereflendirirse o da Kur'an'ı. insanların sözlerinden üstün
tutarsa, işte o kimse kurtulmuştur.
Doğrusu, Allah’ın
Kitabı sözlerin en güzeli ve
beliğidir.
Allah'ın sevdiğini
seviniz!
Allah'ı bütün
kalbinizle seviniz!
Allah'ın kelamından
ve zikrinden usanmayınız! Allah'ın kelamından kalbinize kasvet ve darlık
gelmesin. Çünkü, Kur’an, Allah'ın
yarattığı her şeyin üstününü ayırıp seçer. Amellerin hayırlısını. Kulların
seçkinlerini (peygamberleri), kıssaların iyisini anlatır. Helal ve haram olan
her şeyi açıklar.
Artık Allah'a ibadet
ediniz ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayınız! Ondan gereği gibi sakınınız!
Dilinizle
söylediğiniz güzel sözlerinizle Allah'ı tasdik
ve ikrar ediniz!
Allah'ın ihsan
ettiği rahmetle birbirinizi seviniz!
Muhakkak biliniz ki.
Allah ahdinin bozulmasına gazab eder, Selam olsun sizlere..."
10 Ekim 2017 Salı
Süleyman Nazîf’e , Mehmet Akif Ersoy
Süleyman Nazîf’e
“Rûhum benim oldukça bu îmanla berâber
Üç yüz sene, dört yüz sene, beş yüz sene bekler.”
Malta - Süleyman Nazîf
Beş yüz sene bekler mi? Nasıl bekleyeceksin?
Rûhun da asırlarca bu hüsrânı mı çeksin?
Karşımda duran dehşet-i -gûyâ- edip îmâ,
“Hüsran” deyiverdim, hani, birdenbire, amma,
Mahşer gibi âfâkımı sarmış zulümâtın,
Teşrîhine kâmûsu yetişmez kelimâtın !
Kaç yüz senedir bekliyoruz, doğmadı ferdâ;
Artık yetişir çektiğimiz leyle-i yeldâ.
Bir nefha-i rahmet de mi esmez? diye, sînem;
Yandıkça, semâdan boşanıp durdu cehennem!
Lâkin, bu alev selleri artık dinecektir;
Artık bize nâr inmeyecek, nûr inecektir.
Ey, tek karagün dostu, bu hicran-zede yurdun!
Sen milletin âlâmını dünyâya duyurdun,
En korkulu günlerde o müdhiş kaleminle... *
Takdîs ederiz nâmını... Lâkin, beni dinle:
Azmin, emelin heykel-i zî-rûhu iken, dün,
Bilmem ki, bugün, ye’se nasıl oldu da düştün?
Çoktan beridir bekledi... Bekler... diye millet,
A’sâra mı sürsün bu sefâlet, bu mezellet?
İslâm ilinin sâde esaret mi nasîbi,
Sen, yoksa, unuttun mu o mâzî-yi mehîbi?
Etrâfa bakıp sarsılacak yerde ümîdin,
Vicdânını, îmânını bir dinlemeliydin.
Garb’ın ebedî gayzı ederken seni me’yûs,
“İslâm’a göz açtırmayacak, dersen, o kâbûs;”
Mâdâm ki Hakk’ın bize va’dettiği haktır,
Şark’ın ezelî fecri yakındır, doğacaktır.
Hiç bunca şehîdin yatarak gövdesi yerde,
Deryâ gibi kan sîne-i hilkatte tüter de,
Yakmaz mı bu tûfan, bu duman, gitgide Arş’ı?
Hissiz mi kalır lücce-i rahmet buna karşı?
İsyan bize râci’se de, bir böyle temâşâ,
Sığmaz sanırım, adl-i İlâhî’sine, hâşâ!
İslâm’ı, evet, tefrikalar kastı, kavurdu;
Kardeş, bilerek, bilmeyerek, kardeşi vurdu.
Can gitti., vatan gitti, bıçak dîne dayandı;
Lâkin, o zaman silkinerek birden uyandı.
Bir gör ki: Bugün can da onun, kan da onundur;
Dünyâ da onun, din de onun, şan da onundur.
Bin parça olan vahdeti bağlarken uhuvvet,
Görsen, ezelî rabıta bir buldu ki kuvvet:
Saldırsa da kırk Ehl-i Salîb ordusu, kol kol,
Dört yüz bu kadar milyon esîr olmaz, emîn ol.
Mehmet Akif Ersoy
Ankara - Tâceddin Dergâhı
15 Nisan 1337 (1921)
* Nazîf, kahraman bir vatanperverdi. Bu hakîkat kendisinin birkaç def’a hayâtını istihkârıyle sabittir.
Üç yüz sene, dört yüz sene, beş yüz sene bekler.”
Malta - Süleyman Nazîf
Beş yüz sene bekler mi? Nasıl bekleyeceksin?
Rûhun da asırlarca bu hüsrânı mı çeksin?
Karşımda duran dehşet-i -gûyâ- edip îmâ,
“Hüsran” deyiverdim, hani, birdenbire, amma,
Mahşer gibi âfâkımı sarmış zulümâtın,
Teşrîhine kâmûsu yetişmez kelimâtın !
Kaç yüz senedir bekliyoruz, doğmadı ferdâ;
Artık yetişir çektiğimiz leyle-i yeldâ.
Bir nefha-i rahmet de mi esmez? diye, sînem;
Yandıkça, semâdan boşanıp durdu cehennem!
Lâkin, bu alev selleri artık dinecektir;
Artık bize nâr inmeyecek, nûr inecektir.
Ey, tek karagün dostu, bu hicran-zede yurdun!
Sen milletin âlâmını dünyâya duyurdun,
En korkulu günlerde o müdhiş kaleminle... *
Takdîs ederiz nâmını... Lâkin, beni dinle:
Azmin, emelin heykel-i zî-rûhu iken, dün,
Bilmem ki, bugün, ye’se nasıl oldu da düştün?
Çoktan beridir bekledi... Bekler... diye millet,
A’sâra mı sürsün bu sefâlet, bu mezellet?
İslâm ilinin sâde esaret mi nasîbi,
Sen, yoksa, unuttun mu o mâzî-yi mehîbi?
Etrâfa bakıp sarsılacak yerde ümîdin,
Vicdânını, îmânını bir dinlemeliydin.
Garb’ın ebedî gayzı ederken seni me’yûs,
“İslâm’a göz açtırmayacak, dersen, o kâbûs;”
Mâdâm ki Hakk’ın bize va’dettiği haktır,
Şark’ın ezelî fecri yakındır, doğacaktır.
Hiç bunca şehîdin yatarak gövdesi yerde,
Deryâ gibi kan sîne-i hilkatte tüter de,
Yakmaz mı bu tûfan, bu duman, gitgide Arş’ı?
Hissiz mi kalır lücce-i rahmet buna karşı?
İsyan bize râci’se de, bir böyle temâşâ,
Sığmaz sanırım, adl-i İlâhî’sine, hâşâ!
İslâm’ı, evet, tefrikalar kastı, kavurdu;
Kardeş, bilerek, bilmeyerek, kardeşi vurdu.
Can gitti., vatan gitti, bıçak dîne dayandı;
Lâkin, o zaman silkinerek birden uyandı.
Bir gör ki: Bugün can da onun, kan da onundur;
Dünyâ da onun, din de onun, şan da onundur.
Bin parça olan vahdeti bağlarken uhuvvet,
Görsen, ezelî rabıta bir buldu ki kuvvet:
Saldırsa da kırk Ehl-i Salîb ordusu, kol kol,
Dört yüz bu kadar milyon esîr olmaz, emîn ol.
Mehmet Akif Ersoy
Ankara - Tâceddin Dergâhı
15 Nisan 1337 (1921)
* Nazîf, kahraman bir vatanperverdi. Bu hakîkat kendisinin birkaç def’a hayâtını istihkârıyle sabittir.
LEYLA , Mehmet Akif Ersoy
Leylâ
“Barındırmaz mısın koynunda; ey toprak?” derim, “yer pek”,
Döner, imdâdı gökten beklerim, heyhât, “gök yüksek”. *
Bunaldım kendi kendimden, zamân ıssız, mekân ıssız;
Ne vahşetlerde bir yoldaş, ne zulmetlerde tek yıldız!
Cihet yok: Sermedî bir seddi var karşında yeldânın;
Düşer, hüsrâna, kalkar, ye’se çarpar serserî alnın!
Ocaksız vâhalar, çöller; sağır vâdîler, enginler;
Aran: Beynin döner boşlukta; haykır: Ses veren cinler!
Şu vîran kubbe, yıllardır, sadâdan dûr, ışıktan dûr;
İlâhî, yok mu âfâkında bir ferdâya benzer nûr?
Ne bitmez bir geceymiş? Nerden etmiş Şark’ı istîlâ?
Değil canlar, cihanlar göçtü hilkatten, bunun, hâlâ,
Ezer kâbûsu, üç yüz elli, dört yüz milyon îmânı;
Boğar girdâbı her devrinde milyarlarca sâmânı!
Asırlardır ki, İslâm’ın bu her gün çiğnenen yurdu,
Asırlar geçti, hâlâ bekliyor ferdâ-yı mev’ûdu!
O ferdâ, istemem, hiç doğmasın “ferdâ-yı mahşer”se...
Hayır, kudretli bir varlıkla mü’minler mübeşşerse ;
Bu kat kat perdeler, bilmem, neden sıyrılmasın artık?
Niçin serpilmesin, hâlâ ufuklardan bir aydınlık?
O “aydınlık” ki, sönmek bilmeyen ümmîd-i işrâkı,
“Vücûdundan peşîman, ölmek ister” sandığın Şark’ı,
Füsünkâr iltimâ’âtiyle döndürmüş de şeydâya;
Sürükler, bunca yıllardır, o sevdâdan bu sevdâya.
Hayır! Şark’ın, o hodgâm olmayan Mecnûn-i nâ-kâmın ,
Bütün dünyâda bir Leylâ’sı var: Âtîsi İslâm’ın.
Nasıldır mâsivâ, bilmez; onun fânîsidir ancak;
Bugün, yâdiyle müstağrak; yarın, yâdında müstağrak!
Gel ey Leylâ, gel ey candan yakın cânan, uzaklaşma!
Senin derdinle canlardan geçen Mecnûn’la uğraşma!
Düşün: Bîçârenin en kahraman, en gürbüz evlâdı,
Kimin uğrunda kurbandır ki, doğrandıkça doğrandı?
Şu yüz binlerce sönmüş yurda yangınlar veren kimdi?
Şu milyonlarca öksüz, dul kimin boynundadır şimdi?
Kimin boynundadır serden geçip berdâr olan canlar?
Kimin uğrundadır, Leylâ, o makteller, o zindanlar?
Helâl olsun o kurbanlar, o kanlar, tek sen ey Leylâ,
Görün bir kerrecik, ye’s etmeden Mecnûn’u istîlâ.
Niçin hilkat zemîninden henüz yüksekte pervâzın?
Şu topraklarda, şâyed, yoksa hiç imkân-ı i’zâzın ,
Şafaklar ferş-i râhın, fecr-i sâdıklar çerâğındır;
Hilâlim, göklerin kalbinde yer tutmuş, otâğındır;
Ezanlar nevbetindir: İnletir eb’âdı haşyetten;
Cihâzındır alemler, kubbeler, inmiş meşiyyetten;
Cemâ’atler kölendir. Kâ’be’ler haclen... Gel ey Leylâ,
Gel ey candan yakın cânan ki gâiblerdesin, hâlâ!
Bu nâzın elverir, Leylâ, in artık in ki bâlâdan,
Müebbed bir bahâr insin şu yanmış yurda Mevlâ’dan.
Mehmet Akif Ersoy
Ankara - Nisan 1338 (1922)
* Muztar kaldığımız anlarda mürâca’at ettiğimiz bir meselimiz vardır: Yer pek, gök yüksek.
Döner, imdâdı gökten beklerim, heyhât, “gök yüksek”. *
Bunaldım kendi kendimden, zamân ıssız, mekân ıssız;
Ne vahşetlerde bir yoldaş, ne zulmetlerde tek yıldız!
Cihet yok: Sermedî bir seddi var karşında yeldânın;
Düşer, hüsrâna, kalkar, ye’se çarpar serserî alnın!
Ocaksız vâhalar, çöller; sağır vâdîler, enginler;
Aran: Beynin döner boşlukta; haykır: Ses veren cinler!
Şu vîran kubbe, yıllardır, sadâdan dûr, ışıktan dûr;
İlâhî, yok mu âfâkında bir ferdâya benzer nûr?
Ne bitmez bir geceymiş? Nerden etmiş Şark’ı istîlâ?
Değil canlar, cihanlar göçtü hilkatten, bunun, hâlâ,
Ezer kâbûsu, üç yüz elli, dört yüz milyon îmânı;
Boğar girdâbı her devrinde milyarlarca sâmânı!
Asırlardır ki, İslâm’ın bu her gün çiğnenen yurdu,
Asırlar geçti, hâlâ bekliyor ferdâ-yı mev’ûdu!
O ferdâ, istemem, hiç doğmasın “ferdâ-yı mahşer”se...
Hayır, kudretli bir varlıkla mü’minler mübeşşerse ;
Bu kat kat perdeler, bilmem, neden sıyrılmasın artık?
Niçin serpilmesin, hâlâ ufuklardan bir aydınlık?
O “aydınlık” ki, sönmek bilmeyen ümmîd-i işrâkı,
“Vücûdundan peşîman, ölmek ister” sandığın Şark’ı,
Füsünkâr iltimâ’âtiyle döndürmüş de şeydâya;
Sürükler, bunca yıllardır, o sevdâdan bu sevdâya.
Hayır! Şark’ın, o hodgâm olmayan Mecnûn-i nâ-kâmın ,
Bütün dünyâda bir Leylâ’sı var: Âtîsi İslâm’ın.
Nasıldır mâsivâ, bilmez; onun fânîsidir ancak;
Bugün, yâdiyle müstağrak; yarın, yâdında müstağrak!
Gel ey Leylâ, gel ey candan yakın cânan, uzaklaşma!
Senin derdinle canlardan geçen Mecnûn’la uğraşma!
Düşün: Bîçârenin en kahraman, en gürbüz evlâdı,
Kimin uğrunda kurbandır ki, doğrandıkça doğrandı?
Şu yüz binlerce sönmüş yurda yangınlar veren kimdi?
Şu milyonlarca öksüz, dul kimin boynundadır şimdi?
Kimin boynundadır serden geçip berdâr olan canlar?
Kimin uğrundadır, Leylâ, o makteller, o zindanlar?
Helâl olsun o kurbanlar, o kanlar, tek sen ey Leylâ,
Görün bir kerrecik, ye’s etmeden Mecnûn’u istîlâ.
Niçin hilkat zemîninden henüz yüksekte pervâzın?
Şu topraklarda, şâyed, yoksa hiç imkân-ı i’zâzın ,
Şafaklar ferş-i râhın, fecr-i sâdıklar çerâğındır;
Hilâlim, göklerin kalbinde yer tutmuş, otâğındır;
Ezanlar nevbetindir: İnletir eb’âdı haşyetten;
Cihâzındır alemler, kubbeler, inmiş meşiyyetten;
Cemâ’atler kölendir. Kâ’be’ler haclen... Gel ey Leylâ,
Gel ey candan yakın cânan ki gâiblerdesin, hâlâ!
Bu nâzın elverir, Leylâ, in artık in ki bâlâdan,
Müebbed bir bahâr insin şu yanmış yurda Mevlâ’dan.
Mehmet Akif Ersoy
Ankara - Nisan 1338 (1922)
* Muztar kaldığımız anlarda mürâca’at ettiğimiz bir meselimiz vardır: Yer pek, gök yüksek.
Bayram , Mehmet Akif Ersoy
Bayram
Sen ey cihân-ı muvahhid ki mâh-i gufrânı,
Mücâhedeyle geçirdin Hudâ rızâsı içün;
Nasîb-i pâkini al durma hân-ı kudretten ,
Helâl olur sana Hakk’ın naîm ü lütfu bugün.
Odur tevakku’umuz bâr-gâh-i Mevlâ’dan:
Ki Iyd-i Fıtr’ı saîd eylesin cihâna bütün;
Semâdan arza nigâh eyledikçe aynı hilâl,
Umûm âlem-i İslâm’ı mübtehic görsün.
Mehmet Akif Ersoy
29 Ramazan 1327 / 1 Teşrînievvel 1325
(14 Ekim 1909)
Mücâhedeyle geçirdin Hudâ rızâsı içün;
Nasîb-i pâkini al durma hân-ı kudretten ,
Helâl olur sana Hakk’ın naîm ü lütfu bugün.
Odur tevakku’umuz bâr-gâh-i Mevlâ’dan:
Ki Iyd-i Fıtr’ı saîd eylesin cihâna bütün;
Semâdan arza nigâh eyledikçe aynı hilâl,
Umûm âlem-i İslâm’ı mübtehic görsün.
Mehmet Akif Ersoy
29 Ramazan 1327 / 1 Teşrînievvel 1325
(14 Ekim 1909)
Kurban Bayramı , Mehmet Akif Ersoy
Kurban Bayramı
Şark’tan başlayarak Mağrib-i Aksâ’ya kadar
Dayanan bir koca dünyâdaki üç yüz milyon
Sîneden yükselecek İsm-i Hudâ hürmetine,
Iydin, ey ümmet-i merhûme, mübârek olsun.
Bugün âfâkı fürûzan edecek nûr-i mübîn
Parlasın haşre kadar, sönmesin! Âmîn âmîn!
Mehmet Akif Ersoy
10 Zilhicce 1327 / 10 Kânûnievvel 1335
(23 Aralık 1909)
Dayanan bir koca dünyâdaki üç yüz milyon
Sîneden yükselecek İsm-i Hudâ hürmetine,
Iydin, ey ümmet-i merhûme, mübârek olsun.
Bugün âfâkı fürûzan edecek nûr-i mübîn
Parlasın haşre kadar, sönmesin! Âmîn âmîn!
Mehmet Akif Ersoy
10 Zilhicce 1327 / 10 Kânûnievvel 1335
(23 Aralık 1909)
Mevlid , Mehmet Akif Ersoy
Mevlid
Zulmette kalan zemîn-i Şark’a
Saçtın yeniden semâ semâ nûr;
Bir feyz-i azîm var ki sende
Hayran ona bin sabâh-ı mahmûr.
Ey leyl, devam edip gideydin:
Ferdâyı da nûra kalbedeydin!
Mehmet Akif Ersoy
12 Rebîülevvel 1328 / 11 Mart 1326
(24 Mart 1910)
Saçtın yeniden semâ semâ nûr;
Bir feyz-i azîm var ki sende
Hayran ona bin sabâh-ı mahmûr.
Ey leyl, devam edip gideydin:
Ferdâyı da nûra kalbedeydin!
Mehmet Akif Ersoy
12 Rebîülevvel 1328 / 11 Mart 1326
(24 Mart 1910)
Ramazan Duası , Mehmet Akif Ersoy
Ramazan Duası
Yâ Rab, şu muazzam Ramazan hürmetine,
Kaldır aradan vahdete hâil ne ise;
Yâ Rab, şu asırlarca süren tefrikadan,
Artık ezilip düşmesin ümmet ye’se.
Mâdâm ki verdin bize bir rûh-i nevîn...
Yâ Rab, daha bir nefha-i te’yîd insin!
Mehmet Akif Ersoy
4 Ramazan 1328 / 26 Ağustos 1326
(8 Eylül 1910)
Kaldır aradan vahdete hâil ne ise;
Yâ Rab, şu asırlarca süren tefrikadan,
Artık ezilip düşmesin ümmet ye’se.
Mâdâm ki verdin bize bir rûh-i nevîn...
Yâ Rab, daha bir nefha-i te’yîd insin!
Mehmet Akif Ersoy
4 Ramazan 1328 / 26 Ağustos 1326
(8 Eylül 1910)
Azgınlar, Mehmet Akif Ersoy
Azgınlar
Ramazan geldi zamanında bu yıl, hamdolsun,
O biraz belki azaltır çekilen âlâmı.
Hastalık, zelzele, yangın, karışıklık, kıtlık,
Daha binlerce felâket eziyor İslâm’ı!
“Halk, çok azdı da ondan bu belâlar...” deniyor.
Azmayan yok mu, bütün ehl-i sıyâm azgın mı?
Kimse, Yâ Rab, süfehâ onları imhâl etme;
Yoksa, bir millet-i ma’sûmeyi pâ-mâl etme.
Mehmet Akif Ersoy
7 Ramazan 1329 / 18 Ağustos 1327
(31 Ağustos 1911)
O biraz belki azaltır çekilen âlâmı.
Hastalık, zelzele, yangın, karışıklık, kıtlık,
Daha binlerce felâket eziyor İslâm’ı!
“Halk, çok azdı da ondan bu belâlar...” deniyor.
Azmayan yok mu, bütün ehl-i sıyâm azgın mı?
Kimse, Yâ Rab, süfehâ onları imhâl etme;
Yoksa, bir millet-i ma’sûmeyi pâ-mâl etme.
Mehmet Akif Ersoy
7 Ramazan 1329 / 18 Ağustos 1327
(31 Ağustos 1911)
Cenk Şarkısı, Mehmet Akif Ersoy
Cenk Şarkısı
Sebîlürreşâd cerîde-i İslâmiyyesinin kahraman askerlerimize armağanı
Yurdunu Allâh’a bırak, çık yola:
“Cenge!” deyip çık ki vatan kurtula.
Böyle müyesser mi gazâ her kula?
Haydi, levend asker, uğurlar ola!
Ey sürüden arkaya kalmış yiğit!
Arkadaşın gitti, yetiş, sen de git.
Bak ne diyor, cedd-i şehîdin, işit:
“Durma git evlâdım, uğurlar ola!
Durma git evlâdım, açıktır yolun...
Cenge sıvansın o bükülmez kolun;
Süngünü tak, ön safa geçmiş bulun,
Uğrun açık olsun, uğurlar ola!
Yerleri yırtan sel olup taşmalı!
Dağ demeyip, taş demeyip aşmalı!
Sendeki coşkunluğa el şaşmalı!
Haydi git evlâdım, uğurlar ola!
Yükselerek kuş gibi Balkanlar’a,
Öyle satır at ki kuduz Bulgar’a:
Bir daha Osmanlı’ya güç sırtara!
Git de gel evlâdım, uğurlar ola.
Düşmana çiğnetme bu toprakları;
Haydi kılıçtan geçir alçakları!
Leş gibi yatsın kara bayrakları!
Kahraman evlâdım, uğurlar ola.”
* * *
Balkan’ı bildin mi nedir, hemşeri?
Sevgili ecdâdının en son yeri,
Bir sıla isterdin a çoktan beri,
Şimdi tam vakti... Uğurlar ola!
Balkan’ın üstünde sızan her pınar,
Bir yaradır, durmaz içinden kanar!
Hangi taşın kalbini deşsen: Mezar,
Gör ne mübârek yer... Uğurlar ola!
Eş hele bir dağları örten karı:
Ot değil onlar, dedenin saçları!
Dinle: Şehîd sesleridir rüzgârı!
Durma levend asker... Uğurlar ola!
Ey vatanın şanlı gazâ mevkibi,
Saldırınız düşmana arslan gibi.
İşte Hudâ yâveriniz , hem Nebî.
Haydi gidin, haydi, uğurlar ola!
Mehmet Akif Ersoy
4 Teşrînievvel 1328 (17 Ekim 1912
Yurdunu Allâh’a bırak, çık yola:
“Cenge!” deyip çık ki vatan kurtula.
Böyle müyesser mi gazâ her kula?
Haydi, levend asker, uğurlar ola!
Ey sürüden arkaya kalmış yiğit!
Arkadaşın gitti, yetiş, sen de git.
Bak ne diyor, cedd-i şehîdin, işit:
“Durma git evlâdım, uğurlar ola!
Durma git evlâdım, açıktır yolun...
Cenge sıvansın o bükülmez kolun;
Süngünü tak, ön safa geçmiş bulun,
Uğrun açık olsun, uğurlar ola!
Yerleri yırtan sel olup taşmalı!
Dağ demeyip, taş demeyip aşmalı!
Sendeki coşkunluğa el şaşmalı!
Haydi git evlâdım, uğurlar ola!
Yükselerek kuş gibi Balkanlar’a,
Öyle satır at ki kuduz Bulgar’a:
Bir daha Osmanlı’ya güç sırtara!
Git de gel evlâdım, uğurlar ola.
Düşmana çiğnetme bu toprakları;
Haydi kılıçtan geçir alçakları!
Leş gibi yatsın kara bayrakları!
Kahraman evlâdım, uğurlar ola.”
* * *
Balkan’ı bildin mi nedir, hemşeri?
Sevgili ecdâdının en son yeri,
Bir sıla isterdin a çoktan beri,
Şimdi tam vakti... Uğurlar ola!
Balkan’ın üstünde sızan her pınar,
Bir yaradır, durmaz içinden kanar!
Hangi taşın kalbini deşsen: Mezar,
Gör ne mübârek yer... Uğurlar ola!
Eş hele bir dağları örten karı:
Ot değil onlar, dedenin saçları!
Dinle: Şehîd sesleridir rüzgârı!
Durma levend asker... Uğurlar ola!
Ey vatanın şanlı gazâ mevkibi,
Saldırınız düşmana arslan gibi.
İşte Hudâ yâveriniz , hem Nebî.
Haydi gidin, haydi, uğurlar ola!
Mehmet Akif Ersoy
4 Teşrînievvel 1328 (17 Ekim 1912
Ordunun Duası, Mehmet Akif Ersoy
Ordunun Duası
Yılmam ölümden, yaradan, askerim;
Orduma, “Gâzî” dedi Peygamberim.
Bir dileğim var, ölürüm isterim:
Yurduma tek düşman ayak basmasın!
Âmin! desin hep birden yiğitler,
“Allâhu ekber!” gökten şehidler.
Âmin! Âmin! Allâhu Ekber!
Türk eriyiz, silsilemiz kahraman...
Müslümanız, Hakk’a tapan Müslüman.
Putları Allah tanıyanlar, aman,
Mescidimin boynuna çan asmasın.
Âmin! desin hep birden yiğitler,
“Allâhu ekber!” gökten şehidler.
Âmin! Âmin! Allâhu Ekber!
Millet için etti mi ordum sefer,
Kükremiş aslan kesilir her nefer.
Döktüğü kandan göğe vursun zafer,
Toprağa bir damlası boş akmasın.
Âmin! desin hep birden yiğitler,
“Allâhu ekber!” gökten şehidler.
Âmin! Âmin! Allâhu Ekber!
Ey Ulu Peygamberimiz nerdesin?
Dinle minâremde öten gür sesin!
Gel, bana yâr ol ki cihan titresin,
Kimse dönüp süngüme yan bakmasın.
Âmin! desin hep birden yiğitler,
“Allâhu ekber!” gökten şehidler.
Âmin! Âmin! Allâhu Ekber!
Mehmet Akif Ersoy
(Millî Mücâdele Yılları, 1921-1922)
Yılmam ölümden, yaradan, askerim;
Orduma, “Gâzî” dedi Peygamberim.
Bir dileğim var, ölürüm isterim:
Yurduma tek düşman ayak basmasın!
Âmin! desin hep birden yiğitler,
“Allâhu ekber!” gökten şehidler.
Âmin! Âmin! Allâhu Ekber!
Türk eriyiz, silsilemiz kahraman...
Müslümanız, Hakk’a tapan Müslüman.
Putları Allah tanıyanlar, aman,
Mescidimin boynuna çan asmasın.
Âmin! desin hep birden yiğitler,
“Allâhu ekber!” gökten şehidler.
Âmin! Âmin! Allâhu Ekber!
Millet için etti mi ordum sefer,
Kükremiş aslan kesilir her nefer.
Döktüğü kandan göğe vursun zafer,
Toprağa bir damlası boş akmasın.
Âmin! desin hep birden yiğitler,
“Allâhu ekber!” gökten şehidler.
Âmin! Âmin! Allâhu Ekber!
Ey Ulu Peygamberimiz nerdesin?
Dinle minâremde öten gür sesin!
Gel, bana yâr ol ki cihan titresin,
Kimse dönüp süngüme yan bakmasın.
Âmin! desin hep birden yiğitler,
“Allâhu ekber!” gökten şehidler.
Âmin! Âmin! Allâhu Ekber!
Mehmet Akif Ersoy
(Millî Mücâdele Yılları, 1921-1922)
6 Ekim 2017 Cuma
THOSE WHO FORGET ALLAH WILL BE FORGOTTEN
LOCATION :
NATIONWIDE
DATE :
06.10.2017
THOSE WHO FORGET ALLAH
WILL BE FORGOTTEN
WILL BE FORGOTTEN
Honorable Brothers and Sisters!
Our
Prophet (pbuh) took on a journey with his cousin Abdullah. On this journey, he
said “My dear child! I’ll give you some advice. Do not forget them!”
Then he gave this advice to this young companion about how he shouldn’t break his
connection with the Lord: “Be mindful of Allah and He will protect you. Be
mindful of Allah and you will find Him before you. When you ask, ask Allah, and
when you seek aid, seek Allah's aid. Know that if the entire creation were to
gather together to do something to benefit you- you would never get any benefit
except that Allah had written for you. And if they were to gather to do
something to harm you- you would never be harmed except that Allah had written
for you.” [1]
Honorable Believers!
We are all
human. Sometimes we forget our neighbors, our family and our friends in this
busy life. Sometimes we forget our relatives, our brothers, the orphans and the
needy. Sometimes we forget about ourselves, our society, and our
responsibilities. But besides all this, the worst thing for a person is to
forget the purpose and reason of his creation. The real defeat is leading a
life where you forget your Lord; it is to disregard your oath of servitude,
your agreement with Allah; it is to ignore the scale, the judgement and the
afterlife, forgetting the fact that this world is mortal. Therefore our Lord
warns us not to be among those who forget Him:
“And be not like those who forgot Allah, and He caused them to forget
their ownselves.”
Those are the Fasiqun (rebellious,
disobedient to Allah).” [2]
Honorable Brothers and Sisters!
Our Lord
sent us the Quran to teach us our duties and responsibilities. Another name of
our Holy Book is Dhikr Al-Hakim (reminder of wisdom). It is a book that reminds
us the things we should not forget. It is a lamp, a guide that illuminates our
path. Let us hold fast to it and open our hearts, our minds and our lives to
it.
Our Lord
enjoined: “You are only a one who reminds”
[3] and sent a Prophet with the most beautiful character to the believers to
show the true path and to remind Him to them. He blessed us with Muhammad
Mustafa (pbuh.). He taught us what is right and true, wrong and false, good and
bad. Let us live by his sunnah; do not stray from his exemplary life and bless
our life with his messages of mercy.
Our
prayers, sacrifice, pilgrimage, zakat, fasting, in short all of the rituals of
worship are prescribed for us so that we could always remember our Lord. Let us
not forget that our worship brings us closer to our Lord and makes us more
honorable on the sight of Him.
Dear Brothers and Sisters!
Those who
lead a life where they forget Allah will be forgotten by Him in this world and
in the afterlife. Allah will deprive those who are ungrateful to Him in this
world from His mercy in the great day. On the Day of Resurrection, where there
is no sanctuary other than the mercy of Allah, those who became a slave to this
world will hear this: “This Day We will forget you as you forgot the Meeting
of this Day of yours. And your abode is the fire, and there is none to help
you.” [4]
Brothers and Sisters!
Please
come! Let us not forget our responsibilities to our Lord, our family and our
society in this short life. Let us not forget that it is our duty to live in
accordance with Allah’s will. Let's keep in our minds that the goal of our
existence is to prepare for that great day. Let us not neglect our prayers as
they are our expression of thanks to our Lord’s blessings. Let us live with the
consciousness that in every moment He could see us, know about every one of our
actions and hear every word coming out of our mouths. Let us not forget that
eternal peace comes through a life that is lived on the path of Allah's will.
Brothers and Sisters!
I conclude
this khutba with these prayers that our Lord taught us in the Quran:
“Our Lord! Let not our hearts
deviate (from the truth) after You have guided us, and grant us mercy from You.
Truly, You are the Bestower.” [6]
“Our Lord! Forgive us our sins, and
remit from us our evil deeds, and make us die the death of the righteous! Our
Lord! Grant us what You promised unto us through Your Messengers and disgrace
us not on the Day of Resurrection, for You never break (Your) Promise.”
[7]
مَنْ نَسِيَ اللهَ يَنْساهُ اللهُ
الولاية:
عموم الولايات
التاريخ:
06. 10. 2017
مَنْ
نَسِيَ اللهَ يَنْساهُ اللهُ
إخْوانِيَ
الأعِزّاءُ!
وَرَدَ
عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ أَنَّهُ قَالَ كُنْتُ رَدِيفَ النَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ
عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ: "يَا غُلَامُ، إِنِّي أُعَلِّمُكَ كَلِمَاتٍ:
احْفَظْ اللَّهَ يَحْفَظْكَ، احْفَظْ اللَّهَ تَجِدْهُ تُجَاهَكَ، إِذَا سَأَلْتَ
فَاسْأَلِ اللَّهَ، وَإِذَا اسْتَعَنْتَ فَاسْتَعِنْ بِاللَّهِ، وَاعْلَمْ أَنَّ
الْأُمَّةَ لَوْ اجْتَمَعَتْ عَلَى أَنْ يَنْفَعُوكَ بِشَيْءٍ لَمْ يَنْفَعُوكَ
إِلَّا بِشَيْءٍ قَدْ كَتَبَهُ اللَّهُ لَكَ، وَلَوْ اجْتَمَعُوا عَلَى أَنْ
يَضُرُّوكَ بِشَيْءٍ لَمْ يَضُرُّوكَ إِلَّا بِشَيْءٍ قَدْ كَتَبَهُ اللَّهُ
عَلَيْكَ"[1].
إِخْوَتِيَ
الأعِزّاءُ!
جَميعُنا
بَشَرٌ، نَنْشَغِلُ بِالحَياةِ فَنَنْسى أَحْياناً أَحِباَّئَناَ وَأَصْدِقاءَنا
وجيرانَنا، وأَحْياناً أُخْرى نَنْسى أَقارِبَنا وإخْوانَنا واليَتامى والمُحْتاجينَ،
وَأَحْياناً نَنْسى أَنْفُسَنا ومُحيطَنا ومَسْؤولِيّاتِنا. وَالأَسْوَأُ مِنْ هَذا
كُلِّهِ أَنْ يَنْسى الإنْسانُ الغايَةَ والحِكْمَةَ مِنَ الخَلْقِ. وَالخُسْرانُ
الحَقيقِيُّ هو أَنْ يَعيشَ الإنْسانُ ناسِيَاً رَبَّهُ، وَيَضْرِبَ بِعُرْضِ
الحائِطِ الميثاقَ الذي يَرْبِطُهُ بِاللهِ تَعالى وَيَنْسى عَهْدَ العُبودِيَّةِ
لَهُ سُبْحانَهُ، وَيَنْسى أَنَّ الدُّنُيا فانِيَةٌ وَيَتَجاهَلَ الحِسابَ
والميزانَ والآخِرَةَ. وَمِنْ أَجْلِ أَنْ لا نَكونَ مِنَ الذينَ نَسُوا أَنْفُسَهُمْ
يُحَذِّرُنا اللهُ تَعالى بِهَذِهِ الآيَةِ الكَريمَةِ: "وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللَّهَ فَأَنسَاهُمْ
أَنفُسَهُمْ ۚ أُولَٰئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ"[2].
إِخْوانِيَ
الأَفاضِلُ!
أَرْسَلَ
اللهُ تَعالى إِلَيْنا القُرْآنَ الكَريمَ لِيُعَلِّمَنا واجِباتِنا ومَسْؤولِيّاتِنا.
وَكِتابُنا العَزيزُ لَهُ اسْمٌ آخَرُ ألا وَهُوَ الذِّكْرُ الحَكيمُ. فَالقُرآنُ
هُوَ الكِتابُ الذي يُذَكِّرُنا بِما يَجِبُ عَلَيْنا أَنْ لا نَنْساهُ، وَهُوَ
السِّراجُ الذي يُنيرُ طَريقَنا. يَكْفي أَنْ نَتَمَسَّكَ بِهِ وَنَفْتَحَ لَهُ قُلوبَنا
وصُدورَنا وأَذْهانَنا وحَياتَنا.
وَأَرْسَلَ
اللهُ تَعالى إِلَيْنا نَبِيّاً خاطَبَهُ بِهَذِهِ الآيَةِ الكَريمَةِ: "فَذَكِّرْ إِنَّمَا أَنتَ مُذَكِّرٌ"[3]، وأَرْسَلَ إِلَيْنا نَبِيَّاً يَتَمَتَّعُ
بِأَحْسَنِ الخُلُقِ، وَيُذَكِّرُ المُؤْمِنينَ بِرَبِّهِمْ وَيَدُلُّهُمْ على الطَّريقِ
المُسْتَقيمِ. لَقَدْ أَكْرَمَنا اللهُ تَعالى بِسَيِّدِنا مُحَمَّدٍ صلى الله
عليه وسلم الذي عَلَّمَنا الحَقَّ والحَقيقَةَ وَعَلَّمَنا ماهِيَّةَ الحَقِّ
والباطِلِ والسّيِّئَةِ والحَسَنَةِ. حَسْبُنا أَنْ نَتَّبِعَ سُنَّتَهُ الشَّريفَةَ
ولا نَحيدَ قَيْدَ شَعْرَةٍ عَنْ قُدْوَتِهِ التي لا نَظيرَ لَها، وَنَجْعَلَ حَياتَنا
مُبارَكَةً بِرَسائِلِهِ المُحَمَّلَةِ بِالرَّحْمَةِ. فَرَضَ اللهُ تَعالى عَلَيْنا
الصَّلاةَ والأُضْحِيَةَ والحَجَّ والزَّكاةَ والصَّوْمَ وجَميعَ العِباداتِ حَتّى
نَتَذَكَّرَهُ في كُلِّ زَمانٍ ومَكانٍ. حَسْبُنا أَنْ لا نَنْسى أَنَّ العِباداتِ
تُقَرِّبُنا مِنَ اللهِ تَعالى وتَجْعَلُنا مُكْرَمينَ عِنْدَهُ سُبْحانَهُ وَتَعالى.
إِخْوانِيَ
الأكارِمُ!
إنَّ
الذينَ يَعيشونَ حَياتَهُمْ غافِلينَ عَن اللهِ تَعالى يَنْساهُمُ اللهُ في الدُّنْيا
والآخِرَةِ. وَمَنْ يُنْكِرُ اللهَ في هَذِهِ الدُّنْيا يَحْرِمْهُ اللهُ تَعالى مِنْ
رَحْمَتِهِ في ذَلِكَ اليَوْمِ العَظيمِ. فَفي يَوْمِ المَحْشَرِ الذي لا يَجِدُ
فيهِ الذينَ وَقَعوا أَسْرى في يَدِ الدُّنْيا مَلْجَأً غَيْرَ رَحْمَةِ اللهِ تَعالى
يُخاطِبُهُمُ اللهُ تَعالى كَما هُوَ وارِدٌ في هَذِهِ الآيَةِ الكَريمَةِ: "وَقِيلَ الْيَوْمَ نَنسَاكُمْ كَمَا نَسِيتُمْ لِقَاءَ
يَوْمِكُمْ هَٰذَا وَمَأْوَاكُمُ النَّارُ وَمَا لَكُم مِّن نَّاصِرِينَ"[4].
إِخْواني!
تَعالَوْا
لا نَنْسَ وَ لا نُهْمِلْ مَسْؤولِيّاتِنا تِجاهَ رَبِّنا وأُسْرَتِنا ومُحيطِنا
في هَذِهِ الدُّنْيا القَصيرَةِ. تَعالَوْا لا نَنْسَ أَنَّ ما يَجِبُ عَلَيْنا فِعْلُهُ
هُوَ أنْ نَعيشَ بِما يُرْضي اللهَ تَعالى، وأَنْ لا يَغيبَ عَنْ أَذْهانِنا أَنَّ
الغايَةَ مِنْ وُجودِنا هُوَ الإِسْتِعْداَدُ لِذَلِكَ اليَوْمِ العَظيمِ. تَعالَوْا
لا نُهْمِلِ العِباداتِ التي هِيَ تَعْبيرٌ عَنْ شُكْرِنا للهِ تَعالى عَلى النِّعَمِ
التي وَهَبَها لَنا. تَعالَوْا نُمْضِ حَياتَنا وَنَحْنُ على وَعْيٍ بِأَنَّ اللهَ
تَعالى يَرانا في كُلِّ حينٍ ويَعْلَمُ كُلَّ تَحَرُّكاتِنا ويَسْمَعُ كُلَّ كَلِمَةٍ
تَخْرُجُ مِنْ أفْواهِنا. تَعالَوْا لا نَنْسَ أنَّ السَّكينَةَ الأبَدِيَّةَ مُرْتَبِطَةٌ
بِالعُمُرِ الذي نَعيشُهُ بِما يُرْضي اللهَ تَعالى.
إِخْوَتي!
أَخْتِمُ
خُطْبَتي بِهَذِهِ الأدْعِيَةِ التي عَلَّمَنا إيّاها رَبُّنا سُبْحانَهُ وتَعالى
في كِتابِهِ الكَريمِ:
"رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا
وَهَبْ لَنَا مِن لَّدُنكَ رَحْمَةً ۚ إِنَّكَ أَنتَ الْوَهَّابُ"[6].
"رَبَّنَا فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَكَفِّرْ عَنَّا
سَيِّئَاتِنَا وَتَوَفَّنَا مَعَ الْأَبْرَارِ. رَبَّنَا وَآتِنَا مَا وَعَدتَّنَا
عَلَىٰ رُسُلِكَ وَلَا تُخْزِنَا يَوْمَ الْقِيَامَةِ ۗ إِنَّكَ لَا تُخْلِفُ
الْمِيعَادَ"[7].
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
İMAN - İTAAT
İMAN- İTAAT Bizler bazı şeyleri ya yanlış anlıyoruz yada işimize öyle geliyor o şekilde kullanıyor, davranıyor , savunuyoruz. Alla...
-
ATEBETÜ’L HAKAYIK // BİLGİ // ATEBETÜ’L HAKAYIK’TAN BİLGİ Biligdin urur men sözümke ula Biligligke ya dost özüng...
-
MANTIKU’T-TAYR’DAN DÂSTÂN-I MERD Ü ZEN // (Kadın ile Erkeğin Destanı) // Gülşehrî MANTIKU’T-TAYR’DAN DÂSTÂN-I MERD Ü ZEN (K...
-
VATAN TÜRKÜSÜ 1. İşte adû karşıda hâzır silâh Arş yiğitler vatan imdadına Arş ileri arş bizimdir felah Arş yiğit...