Bu
yüzdende Peygamber Efendimizin hadisinde bir savaş dönüşü, küçük cihâddan,
büyük cihâda döndüklerini, bu büyük cihâdında nefis ile yapılan olduğunu haber
vermesi[1], “Bizim
uğrumuzda mücâhede edenleri yollarımıza iletiriz”[2]
âyetinin, mânevî cihâda işaret ettiğinin kabulü, nefis ile yapılan mücâdelenin
büyüklüğüne, nefsin ne kadar tehlikeli olduğuna işaret sayılmıştır. Hatta
dıştaki düşmanlarla ve içte nefisle yapılan bu iki savaş birlikte yürütülmüş,
birbirinden ayrı tutulmamıştır. “Ey müminler sabredin, düşmana karşı hazırlıklı
olun”[3] âyeti,
maddi düşmana karşı hazırlıklı olup, nöbet tutmak şeklinde anlaşıldığı gibi,
içimizdeki nefis düşmanına karşıda nöbet tutup, onu devamlı gözetim altına alın
şeklinde de yorumlanmıştır.[4]
İslam
tarihinde ilk zamanlar, yeni fethedilen ülkelerin sınırlarına yapılan gözetleme
kuleleri, nöbet yerleri olan ribatlar, daha sonra içteki düşman olan nefis için
mücâhede mekânları olmuştur. Ve ribat deyince, nefisle cihâd akla gelmeye
başlamış, buralar mânevî bir önderin rehberliğinde sürekli ve planlı, içe dönük
bir savaşın idâre merkezi olmuştur. Ribat ve tekkelerde bekleyip hizmet edenler
de bulunması gereken vasıflardan biride; nefsi kötü şeylere dalmaktan alıkoymak
ve hevâya uymaktan sakınmaktır. [5]
Tekke
ve tarikat eşyaları arasında teber, kılıç, sancak gibi maddi savaş âletlerinin
var olması, nefisle yapılan büyük cihadâ verilen önemin bir göstergesi
olmuştur. Maddi düşmanla yapılan savaş âletlerini, nefisle yapılan savaşta
sembol olarak kullanmışlardır.[6]
Savaş
alanında düşmanla cihâd, farz-ı kifâye sayılmıştır. Bir kısım insanların bunu
yerine getirmesiyle, diğerlerinden sorumluluk kalkmıştır. Yine bu savaşta
yaşlı, hasta, sakatlığı olanlar yani fiilen bu savaşa katılması mümkün
olmayanlar muâf tutulmuşlardır. Ancak nefisle yapılan savaşta ise böyle bir
muâfiyet olmadığı gibi, bir kısım insanların yerine getirmesi de diğerleri için
yeterli değildir. Bu anlamda da nefis ile cihâd, farz-ı ayın mesâbesinde
görülmüştür.[7]
O
zaman nefisle savaş da, onu öldürmek de şarttır. Burada onu öldürmekle kast
edilen, onu tamamen yok etmek değildir. Esas olan ona hâkim olup, onu emrin
altına almaktır. Bunu içinde, “Nefsin senin bineğindir, binebilirsen seni
taşır, o senin üzerine binecek olursa seni öldürür” sözü meşhurdur. Ve hedef
de, nefis bineğini ehilleştirip, ona binerek, ondan faydalanmaktır. Yapılan
mücâhadeler ve riyâzatlar, nefsin yok olup gitmesi için değil, ona ait şer
vasıfların fâni olup, kontrol altına alınması içindir. Cüneyd-i Bağdâdî,
“Tasavvuf sulhü olmayan bir cenktir” diyerek, tasavvufun da devamlı ve sonu
olmayan bir mücadele olduğunu belirterek, nefisle cihâda dikkat çekmektedir.[8]
[2] el-Ankebût 29/69
[3] Âl-i İmrân 2/200
[4] Hasan Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar,
Ensar Neşriyat, İstanbul 2007, s. 56, 215; Mehmet Demirci, “İçe Dönük Cihad:
Mücahede”, Tasavvuf İlmî ve Akademik
Araştırma Dergisi, Yıl 8, Sayı 19, Temmuz- Aralık 2007, Ankara 2007,
s. s. 14; Hucvuri, a.g.e. s. 314;
Sühreverdi, a.g.e. s. 133
[5] Mustafa Kara, Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, Dergah Yayınları,
Mayıs 1977, İstanbul, s. 142, 143; Demirci, a.g.m. s. 17; Sühreverdi, a.g.e. s.
133
[6] Demirci, a.g.m. s. 16
[7] Demirci, a.g.m. s. 15; İsmail Ankaravî,
Minhacu’l- Fukara, (haz. Saadettin
Ekici), İnsan Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2005, s. 205
[8] Uludağ, a.g.m. s. 315; Yaşar Nuri
Öztürk, Kur’an ve Sünnete Göre Tasavvuf,
Yeni Boyut, 6. Baskı, İstanbul 1995, s.
95; Demirci, a.g.m. s. 14; Hucviri, a.g.e. s. 321; Yılmaz, a.g.e. s. 41
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder