Sûfîlerde Nefis Kavramı
Nefisten
sakınma ve onun düşmanlığından korunma ilk âbid ve zâhidlerden başlayarak bütün
sûfîlerin, tasavvuf yolunda yürüyenlerin hayatlarında yer almıştır. İlk
zâhidler, zühd hayatını yaşarlarken en büyük engel olarak şeytan ve nefsi
görmüşlerdir. Ve nefsi, şeytanında onu âlet ederek günah işletmesinden dolayı,
şeytandan daha tehlikeli bulmuşlardır. Şeytânî
vesveselerin, kimi zaman gidebildiği söylenirken, nefsânî hâtırların ise
devamlı olduğu ve ısrarla yapılması için çaba harcadığıdır. Ve nefis, yine
devamlı şehvete ve rahata doğru kişiyi zorlar.[1]
Birçok
mev’ıza kitabında, Cenâb-ı Hakk’ın nefsi yarattığı zaman ona, kim olduğunu
sorması üzerine “Ben benim, sen sensin” diyerek karşılık verdiğini ve
nihayetinde açlık, susuzluk gibi çeşitli eziyetlerin sonucunda Allah’ın
ilahlığını ve büyüklüğünü kabul ettiği anlatılır. Şeytanın ise bu duruma, Âdem
(as)’a secde etmeyerek, kibirlenmesinin sebep olduğu bilinmektedir. Ve sûfîler,
ittifakla şerrin kaynağı, kötülüğün temeli olarak nefsi görmüşlerdir.[2]
Bu
yüzdende Peygamber Efendimizin hadisinde bir savaş dönüşü, küçük cihâddan,
büyük cihâda döndüklerini, bu büyük cihâdında nefis ile yapılan olduğunu haber
vermesi[3], “Bizim
uğrumuzda mücâhede edenleri yollarımıza iletiriz”[4]
âyetinin, mânevî cihâda işaret ettiğinin kabulü, nefis ile yapılan mücâdelenin
büyüklüğüne, nefsin ne kadar tehlikeli olduğuna işaret sayılmıştır. Hatta
dıştaki düşmanlarla ve içte nefisle yapılan bu iki savaş birlikte yürütülmüş,
birbirinden ayrı tutulmamıştır. “Ey müminler sabredin, düşmana karşı hazırlıklı
olun”[5] âyeti,
maddi düşmana karşı hazırlıklı olup, nöbet tutmak şeklinde anlaşıldığı gibi,
içimizdeki nefis düşmanına karşıda nöbet tutup, onu devamlı gözetim altına alın
şeklinde de yorumlanmıştır.[6]
İslam
tarihinde ilk zamanlar, yeni fethedilen ülkelerin sınırlarına yapılan gözetleme
kuleleri, nöbet yerleri olan ribatlar, daha sonra içteki düşman olan nefis için
mücâhede mekânları olmuştur. Ve ribat deyince, nefisle cihâd akla gelmeye
başlamış, buralar mânevî bir önderin rehberliğinde sürekli ve planlı, içe dönük
bir savaşın idâre merkezi olmuştur. Ribat ve tekkelerde bekleyip hizmet edenler
de bulunması gereken vasıflardan biride; nefsi kötü şeylere dalmaktan alıkoymak
ve hevâya uymaktan sakınmaktır. [7]
Tekke
ve tarikat eşyaları arasında teber, kılıç, sancak gibi maddi savaş âletlerinin
var olması, nefisle yapılan büyük cihadâ verilen önemin bir göstergesi
olmuştur. Maddi düşmanla yapılan savaş âletlerini, nefisle yapılan savaşta
sembol olarak kullanmışlardır.[8]
Savaş
alanında düşmanla cihâd, farz-ı kifâye sayılmıştır. Bir kısım insanların bunu
yerine getirmesiyle, diğerlerinden sorumluluk kalkmıştır. Yine bu savaşta
yaşlı, hasta, sakatlığı olanlar yani fiilen bu savaşa katılması mümkün
olmayanlar muâf tutulmuşlardır. Ancak nefisle yapılan savaşta ise böyle bir
muâfiyet olmadığı gibi, bir kısım insanların yerine getirmesi de diğerleri için
yeterli değildir. Bu anlamda da nefis ile cihâd, farz-ı ayın mesâbesinde
görülmüştür.[9]
O
zaman nefisle savaş da, onu öldürmek de şarttır. Burada onu öldürmekle kast
edilen, onu tamamen yok etmek değildir. Esas olan ona hâkim olup, onu emrin
altına almaktır. Bunu içinde, “Nefsin senin bineğindir, binebilirsen seni
taşır, o senin üzerine binecek olursa seni öldürür” sözü meşhurdur. Ve hedef
de, nefis bineğini ehilleştirip, ona binerek, ondan faydalanmaktır. Yapılan
mücâhadeler ve riyâzatlar, nefsin yok olup gitmesi için değil, ona ait şer
vasıfların fâni olup, kontrol altına alınması içindir. Cüneyd-i Bağdâdî,
“Tasavvuf sulhü olmayan bir cenktir” diyerek, tasavvufun da devamlı ve sonu
olmayan bir mücadele olduğunu belirterek, nefisle cihâda dikkat çekmektedir.[10]
Herkeste
kötülüğü emreden bir nefis varsa ve bu nefsi tutup atmak, yok etmek mümkün
değilse, o zaman bu nefsin hilelerini, ona yardımcı olan askerlerini, şer
kuvvetleri bilmek, ona göre tedbir alıp, mücadeleye başlamak gerekir.
Zünnûn
el-Mısrî: “Allah ile kul arasında en kalın perde nefistir” derken, Bâyezîd-i
Bistâmî de, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine “Nefsini bırak da öyle gel” diye hitap
ettiğini, bunun üzerine, yılanın gömleğinden soyunduğu gibi, nefsinden
sıyrıldığını belirtiyor.[11]
Ebu
Süleyman, “Amellerin en faziletlisi, nefsin zıddına hareket etmektir” diyor.
Nûri de tasavvufun tarifinde, “Nefsin tüm haz ve arzularını terk” diyerekten
dikkat çeker. İbn Ata, “Nefis cibilliyeti icabı edepsizdir. Hâlbuki kul sürekli
olarak edebe riayet etmekle memurdur. Nefis tabiatı icabı muhalefet meydanında
at oynatır, kul harcadığı çaba ile nefsin fena arzularına ulaşmasını engeller.
Nefsini doludizgin salıveren, şer ve kötü işlerde onun ortağı olur” diyor.[12]
İnsanda
ki sonu olmayan istek ve arzuların temelinde devamlı nefis vardır. Ve bu
emeller ona hizmet ederler. Dünya olmak üzere her şeyi arzu edip sevmenin
temelinde de en büyük put olan nefis vardır. Diğer putçuklarda ondan güç kuvvet
alır. Bu en büyük putu yıkan, işi başından çözmüştür. Hz. Mevlânâ da nefis
putunu ejderhaya benzetmiştir.[13]
Ebu
Süleyman Dârânî’nin de dediği gibi, gerçekten nefis çok haindir. Onun
hainliğine, kurnazlığına akıl erdirmek mümkün değildir. O, insanı öyle şeylerle
kandırır, insanın kanına öyle vasıtalarla girer ki, bunların nefisten
geldiğinin farkına varmazsan, çok iyi düşündüğünü, yaptığının en doğrusu
olduğunu düşünürsün. Öyledir ki, seni, işleyeceğin faziletli bir iş, amel
karşısında seni, daha faziletlisine davet ediyormuş gibi kandırır. Sen namaz
kılmaya kalksan, namaz kılmaya kalkınca uykudan olacağını, yarın ki amellerinde
zayıflık gösterebileceğini, şimdi uyuyup uykusunu aldıktan sonra yarın daha
dinç olarak namaz kılması gerektiğini söyleyerek kandırır. Yine o muayyen
zamanlarda yapacağın ibadetlerde de seni bu yolla kandırmaya çalışır. Nafile
oruç tutmaya niyet edeceğin zaman, oruç tutunca güç kuvvetten düşeceğini
hatırlatır, oruç tutunca; eşi, dostu ziyaret yapmana mani olacağını fısıldar,
ziyafete davet edilirsen yemek yememekle Müslüman kardeşinin kalbinin
kırılmasına vesile olacağını, böylece sevap kazanayım derken, günaha düşmekle
seni korkutur. Bazen de senin yapacağın ibadette hatırına gelir, senin huzurunu
bozmaya başlar ve sana vesveseye başlar, şu melunun dediğini yap da başından
çekip gitsin, onun vesveselerinden kurtul der de seni hıza getirmek suretiyle
kandırmaya çalışır.[14]
Nefsi
iyi tanıyıp, ona aldanmamak gerekir. O dünyanın rahatlığından bıkmaz. Âhiret
hakkında da gafletten uyandırılmak istemez. Uyandırmaya çalışırsında sana
dünyanın güzelliklerini, sonu olmayan arzu ve istekleri hatırlatır. O,
Allah’tan daima uzaktır, seni de daima uzaklaştırmak ister. Seni uyuturda,
kendi uyumaz.[15]
O,
öyle bir düşmandır ki seni gaflete daldırır, seni her şeyden emin bir vaziyete
getirir. Ve ilk fırsatta senin helâkini sağlar. Böyle seni gaflete düşürüp ilk
fırsatta arkandan vurur, düşmanına hiçbir zaman güvenmemen gerekir. Bu şuna
benzetilir; bazı insanlar, arkadaşların senin başına bir bela, musibet gelince
yanındayız, darda olursan haber ver derler, sende dostlarım var diye
sevinirsin. Ancak ne zaman onlara ihtiyacın olsa, kapılarını çalsan, kapıyı
yüzüne çarparlar, sırtlarını çevirirler. Daha fazlasına da şahit olursun, senin
dara düşmende onlarında payının olduğunu görürsün. Bu durumda ne yaparsın?
Onlardan uzaklaşır, bir daha asla onlara güvenmezsin. Aynı şekilde nefsin
arkadaşlığı, ilk fırsatta başını ezmek için elinde taşla beklemektir. Ya da
elinde bir tabak zehirli yemekle bekleyendir. Seni bütün bu durumlar karşısında
uyaran ise Cenâb-ı Hak’tır. O zaman, gözünü aç ve dostunu, düşmanını iyi tanı
ve düşmandan uzaklaşıp, dosta dayan.[16]
İlk sufilerden Hâris el- Muhasibî’nin, er- Riâye, Adabü’n-nüfus, Muatebetü’n-nefs, el-Vesaya’sı, Hakim
et-Tirmizi’nin Kitabü’r-Riaye ve
adabü’n-nefs, Mesa’ilü’l-Meknune, Menazilü’l-İbad’ı, İmâm Gazâlî’nin İhyâu ‘Ulûmi’d-Dîn’i, Muhyiddin
İbnü’l-Arabi’nin el-Fütuhatü’l-Mekkiye’si,
Necmeddin-i Kübra’nın Feva’ihu’l-Cemal’i, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin, Mesnevî’si nefis ile ilgili geniş
malumatların verilip değerlendirmelerin yapıldığı temel eserlerdendir
[1] Süleyman Ateş, Cüneyd-i Bağdâdî Mektupları, Sönmez
Neşriyat, İstanbul 1970, s. 161; Kuşeyri, a.g.e. s. 218, 219
[2] Hucviri, a.g.e. s. 309; Abdüllâtif Harbuti, Abdullâtif,
(terc. Ahmet Aslantürk, Mustafa Akkoca), Eser Matbaası, İstanbul 1975,
s. 118; Osman Hopavi, Dürretü’l-Vâizin,
(Dürretü’n-Nâsihîn), Vaazlar-Sohbetler- Kıssalar, (terc. Muhammed Taha),
Karaca Yayınları, İstanbul 2008, s. 42.
[4] el-Ankebût 29/69
[5] Âl-i İmrân 2/200
[6] Hasan Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar,
Ensar Neşriyat, İstanbul 2007, s. 56, 215; Mehmet Demirci, “İçe Dönük Cihad:
Mücahede”, Tasavvuf İlmî ve Akademik
Araştırma Dergisi, Yıl 8, Sayı 19, Temmuz- Aralık 2007, Ankara 2007,
s. s. 14; Hucvuri, a.g.e. s. 314;
Sühreverdi, a.g.e. s. 133
[7] Mustafa Kara, Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, Dergah Yayınları,
Mayıs 1977, İstanbul, s. 142, 143; Demirci, a.g.m. s. 17; Sühreverdi, a.g.e. s.
133
[8] Demirci, a.g.m. s. 16
[9] Demirci, a.g.m. s. 15; İsmail Ankaravî,
Minhacu’l- Fukara, (haz. Saadettin
Ekici), İnsan Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2005, s. 205
[10] Uludağ, a.g.m. s. 315; Yaşar Nuri
Öztürk, Kur’an ve Sünnete Göre Tasavvuf,
Yeni Boyut, 6. Baskı, İstanbul 1995, s.
95; Demirci, a.g.m. s. 14; Hucviri, a.g.e. s. 321; Yılmaz, a.g.e. s. 41
[11] Uludağ, a.g.m. s. 528
[12] Kuşeyri, a.g.e. s. 129, 290
[13] Öztürk, a.g.e. s. 99; Uludağ,
a.g.m. s. 528
[14] Hucviri, a.g.e. s. 313; Muhasibî,
s. 258-259; Ateş, a.g.e. s. 160.
[15] Muhasibî, a.g.e. s. 428
[16] Muhasibî, a.g.e. s. 426-429
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder