1 Temmuz 2017 Cumartesi

NEFİS, Sûfîlerde Nefis Kavramı


Sûfîlerde Nefis Kavramı

Nefisten sakınma ve onun düşmanlığından korunma ilk âbid ve zâhidlerden başlayarak bütün sûfîlerin, tasavvuf yolunda yürüyenlerin hayatlarında yer almıştır. İlk zâhidler, zühd hayatını yaşarlarken en büyük engel olarak şeytan ve nefsi görmüşlerdir. Ve nefsi, şeytanında onu âlet ederek günah işletmesinden dolayı, şeytandan daha tehlikeli bulmuşlardır. Şeytânî vesveselerin, kimi zaman gidebildiği söylenirken, nefsânî hâtırların ise devamlı olduğu ve ısrarla yapılması için çaba harcadığıdır. Ve nefis, yine devamlı şehvete ve rahata doğru kişiyi zorlar.[1]

Birçok mev’ıza kitabında, Cenâb-ı Hakk’ın nefsi yarattığı zaman ona, kim olduğunu sorması üzerine “Ben benim, sen sensin” diyerek karşılık verdiğini ve nihayetinde açlık, susuzluk gibi çeşitli eziyetlerin sonucunda Allah’ın ilahlığını ve büyüklüğünü kabul ettiği anlatılır. Şeytanın ise bu duruma, Âdem (as)’a secde etmeyerek, kibirlenmesinin sebep olduğu bilinmektedir. Ve sûfîler, ittifakla şerrin kaynağı, kötülüğün temeli olarak nefsi görmüşlerdir.[2]

Bu yüzdende Peygamber Efendimizin hadisinde bir savaş dönüşü, küçük cihâddan, büyük cihâda döndüklerini, bu büyük cihâdında nefis ile yapılan olduğunu haber vermesi[3], “Bizim uğrumuzda mücâhede edenleri yollarımıza iletiriz”[4] âyetinin, mânevî cihâda işaret ettiğinin kabulü, nefis ile yapılan mücâdelenin büyüklüğüne, nefsin ne kadar tehlikeli olduğuna işaret sayılmıştır. Hatta dıştaki düşmanlarla ve içte nefisle yapılan bu iki savaş birlikte yürütülmüş, birbirinden ayrı tutulmamıştır. “Ey müminler sabredin, düşmana karşı hazırlıklı olun”[5] âyeti, maddi düşmana karşı hazırlıklı olup, nöbet tutmak şeklinde anlaşıldığı gibi, içimizdeki nefis düşmanına karşıda nöbet tutup, onu devamlı gözetim altına alın şeklinde de yorumlanmıştır.[6]

İslam tarihinde ilk zamanlar, yeni fethedilen ülkelerin sınırlarına yapılan gözetleme kuleleri, nöbet yerleri olan ribatlar, daha sonra içteki düşman olan nefis için mücâhede mekânları olmuştur. Ve ribat deyince, nefisle cihâd akla gelmeye başlamış, buralar mânevî bir önderin rehberliğinde sürekli ve planlı, içe dönük bir savaşın idâre merkezi olmuştur. Ribat ve tekkelerde bekleyip hizmet edenler de bulunması gereken vasıflardan biride; nefsi kötü şeylere dalmaktan alıkoymak ve hevâya uymaktan sakınmaktır. [7]

Tekke ve tarikat eşyaları arasında teber, kılıç, sancak gibi maddi savaş âletlerinin var olması, nefisle yapılan büyük cihadâ verilen önemin bir göstergesi olmuştur. Maddi düşmanla yapılan savaş âletlerini, nefisle yapılan savaşta sembol olarak kullanmışlardır.[8]

Savaş alanında düşmanla cihâd, farz-ı kifâye sayılmıştır. Bir kısım insanların bunu yerine getirmesiyle, diğerlerinden sorumluluk kalkmıştır. Yine bu savaşta yaşlı, hasta, sakatlığı olanlar yani fiilen bu savaşa katılması mümkün olmayanlar muâf tutulmuşlardır. Ancak nefisle yapılan savaşta ise böyle bir muâfiyet olmadığı gibi, bir kısım insanların yerine getirmesi de diğerleri için yeterli değildir. Bu anlamda da nefis ile cihâd, farz-ı ayın mesâbesinde görülmüştür.[9]

O zaman nefisle savaş da, onu öldürmek de şarttır. Burada onu öldürmekle kast edilen, onu tamamen yok etmek değildir. Esas olan ona hâkim olup, onu emrin altına almaktır. Bunu içinde, “Nefsin senin bineğindir, binebilirsen seni taşır, o senin üzerine binecek olursa seni öldürür” sözü meşhurdur. Ve hedef de, nefis bineğini ehilleştirip, ona binerek, ondan faydalanmaktır. Yapılan mücâhadeler ve riyâzatlar, nefsin yok olup gitmesi için değil, ona ait şer vasıfların fâni olup, kontrol altına alınması içindir. Cüneyd-i Bağdâdî, “Tasavvuf sulhü olmayan bir cenktir” diyerek, tasavvufun da devamlı ve sonu olmayan bir mücadele olduğunu belirterek, nefisle cihâda dikkat çekmektedir.[10]

Herkeste kötülüğü emreden bir nefis varsa ve bu nefsi tutup atmak, yok etmek mümkün değilse, o zaman bu nefsin hilelerini, ona yardımcı olan askerlerini, şer kuvvetleri bilmek, ona göre tedbir alıp, mücadeleye başlamak gerekir.

Zünnûn el-Mısrî: “Allah ile kul arasında en kalın perde nefistir” derken, Bâyezîd-i Bistâmî de, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine “Nefsini bırak da öyle gel” diye hitap ettiğini, bunun üzerine, yılanın gömleğinden soyunduğu gibi, nefsinden sıyrıldığını belirtiyor.[11]

Ebu Süleyman, “Amellerin en faziletlisi, nefsin zıddına hareket etmektir” diyor. Nûri de tasavvufun tarifinde, “Nefsin tüm haz ve arzularını terk” diyerekten dikkat çeker. İbn Ata, “Nefis cibilliyeti icabı edepsizdir. Hâlbuki kul sürekli olarak edebe riayet etmekle memurdur. Nefis tabiatı icabı muhalefet meydanında at oynatır, kul harcadığı çaba ile nefsin fena arzularına ulaşmasını engeller. Nefsini doludizgin salıveren, şer ve kötü işlerde onun ortağı olur” diyor.[12]

İnsanda ki sonu olmayan istek ve arzuların temelinde devamlı nefis vardır. Ve bu emeller ona hizmet ederler. Dünya olmak üzere her şeyi arzu edip sevmenin temelinde de en büyük put olan nefis vardır. Diğer putçuklarda ondan güç kuvvet alır. Bu en büyük putu yıkan, işi başından çözmüştür. Hz. Mevlânâ da nefis putunu ejderhaya benzetmiştir.[13]

Ebu Süleyman Dârânî’nin de dediği gibi, gerçekten nefis çok haindir. Onun hainliğine, kurnazlığına akıl erdirmek mümkün değildir. O, insanı öyle şeylerle kandırır, insanın kanına öyle vasıtalarla girer ki, bunların nefisten geldiğinin farkına varmazsan, çok iyi düşündüğünü, yaptığının en doğrusu olduğunu düşünürsün. Öyledir ki, seni, işleyeceğin faziletli bir iş, amel karşısında seni, daha faziletlisine davet ediyormuş gibi kandırır. Sen namaz kılmaya kalksan, namaz kılmaya kalkınca uykudan olacağını, yarın ki amellerinde zayıflık gösterebileceğini, şimdi uyuyup uykusunu aldıktan sonra yarın daha dinç olarak namaz kılması gerektiğini söyleyerek kandırır. Yine o muayyen zamanlarda yapacağın ibadetlerde de seni bu yolla kandırmaya çalışır. Nafile oruç tutmaya niyet edeceğin zaman, oruç tutunca güç kuvvetten düşeceğini hatırlatır, oruç tutunca; eşi, dostu ziyaret yapmana mani olacağını fısıldar, ziyafete davet edilirsen yemek yememekle Müslüman kardeşinin kalbinin kırılmasına vesile olacağını, böylece sevap kazanayım derken, günaha düşmekle seni korkutur. Bazen de senin yapacağın ibadette hatırına gelir, senin huzurunu bozmaya başlar ve sana vesveseye başlar, şu melunun dediğini yap da başından çekip gitsin, onun vesveselerinden kurtul der de seni hıza getirmek suretiyle kandırmaya çalışır.[14]

Nefsi iyi tanıyıp, ona aldanmamak gerekir. O dünyanın rahatlığından bıkmaz. Âhiret hakkında da gafletten uyandırılmak istemez. Uyandırmaya çalışırsında sana dünyanın güzelliklerini, sonu olmayan arzu ve istekleri hatırlatır. O, Allah’tan daima uzaktır, seni de daima uzaklaştırmak ister. Seni uyuturda, kendi uyumaz.[15]

O, öyle bir düşmandır ki seni gaflete daldırır, seni her şeyden emin bir vaziyete getirir. Ve ilk fırsatta senin helâkini sağlar. Böyle seni gaflete düşürüp ilk fırsatta arkandan vurur, düşmanına hiçbir zaman güvenmemen gerekir. Bu şuna benzetilir; bazı insanlar, arkadaşların senin başına bir bela, musibet gelince yanındayız, darda olursan haber ver derler, sende dostlarım var diye sevinirsin. Ancak ne zaman onlara ihtiyacın olsa, kapılarını çalsan, kapıyı yüzüne çarparlar, sırtlarını çevirirler. Daha fazlasına da şahit olursun, senin dara düşmende onlarında payının olduğunu görürsün. Bu durumda ne yaparsın? Onlardan uzaklaşır, bir daha asla onlara güvenmezsin. Aynı şekilde nefsin arkadaşlığı, ilk fırsatta başını ezmek için elinde taşla beklemektir. Ya da elinde bir tabak zehirli yemekle bekleyendir. Seni bütün bu durumlar karşısında uyaran ise Cenâb-ı Hak’tır. O zaman, gözünü aç ve dostunu, düşmanını iyi tanı ve düşmandan uzaklaşıp, dosta dayan.[16]
İlk sufilerden Hâris el- Muhasibî’nin, er- Riâye, Adabü’n-nüfus, Muatebetü’n-nefs, el-Vesaya’sı, Hakim et-Tirmizi’nin Kitabü’r-Riaye ve adabü’n-nefs, Mesa’ilü’l-Meknune, Menazilü’l-İbad’ı, İmâm Gazâlî’nin İhyâu ‘Ulûmi’d-Dîn’i, Muhyiddin İbnü’l-Arabi’nin el-Fütuhatü’l-Mekkiye’si, Necmeddin-i Kübra’nın Feva’ihu’l-Cemal’i,  Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin, Mesnevî’si nefis ile ilgili geniş malumatların verilip değerlendirmelerin yapıldığı temel eserlerdendir


[1] Süleyman Ateş, Cüneyd-i Bağdâdî Mektupları, Sönmez Neşriyat, İstanbul 1970, s. 161; Kuşeyri, a.g.e. s. 218, 219
[2] Hucviri, a.g.e. s. 309; Abdüllâtif Harbuti, Abdullâtif, (terc. Ahmet Aslantürk, Mustafa Akkoca), Eser Matbaası, İstanbul 1975, s. 118; Osman Hopavi, Dürretü’l-Vâizin, (Dürretü’n-Nâsihîn), Vaazlar-Sohbetler- Kıssalar, (terc. Muhammed Taha), Karaca Yayınları, İstanbul 2008, s. 42.
[3]
[4] el-Ankebût 29/69
[5] Âl-i İmrân 2/200
[6] Hasan Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul 2007, s. 56, 215; Mehmet Demirci, “İçe Dönük Cihad: Mücahede”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Yıl 8, Sayı 19, Temmuz- Aralık 2007, Ankara 2007, s.  s. 14; Hucvuri, a.g.e. s. 314; Sühreverdi, a.g.e. s. 133
[7] Mustafa Kara, Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, Dergah Yayınları, Mayıs 1977, İstanbul, s. 142, 143; Demirci, a.g.m. s. 17; Sühreverdi, a.g.e. s. 133
[8] Demirci, a.g.m. s. 16
[9] Demirci, a.g.m. s. 15; İsmail Ankaravî, Minhacu’l- Fukara, (haz. Saadettin Ekici), İnsan Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2005, s. 205
[10] Uludağ, a.g.m. s. 315; Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an ve Sünnete Göre Tasavvuf, Yeni Boyut, 6. Baskı, İstanbul 1995,  s. 95; Demirci, a.g.m. s. 14; Hucviri, a.g.e. s. 321; Yılmaz, a.g.e. s. 41
[11] Uludağ, a.g.m. s. 528
[12] Kuşeyri, a.g.e. s. 129, 290
[13] Öztürk, a.g.e. s. 99; Uludağ, a.g.m. s. 528
[14] Hucviri, a.g.e. s. 313; Muhasibî, s. 258-259; Ateş, a.g.e. s. 160.
[15] Muhasibî, a.g.e. s. 428
[16] Muhasibî, a.g.e. s. 426-429

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İMAN - İTAAT

İMAN- İTAAT Bizler bazı şeyleri ya yanlış anlıyoruz yada işimize öyle geliyor o şekilde kullanıyor, davranıyor , savunuyoruz. Alla...