Muhakkıklara göre insan; ruh, nefis ve bedenin terkibinden meydana
gelmiştir. Ruhun, akıl; nefsin, hevâ ve heves; bedenin, his sıfatı vardır.
Dünyada cennetin örneği olan ruh, onu cennete çağırır. Cehennemin örneği nefis
de, insanı ateşe davet eder. Ruhun terbiyecisi ve idare edeni akıl, nefsin ise
hevâ ve hevestir. Nefis, şer mahalli; ruh, hayır mahallidir.[1]
Bedende bulunan nefisten, kötü sıfat ve ahlaklar ortaya çıkar. Ruhtan
ise güzel sıfat ve ahlaklar ortaya çıkar. Çeşitli şekillerde terbiye edilen
hayvânî nefisten kötülük gelmez. Artık o nefis, kulluk vazifelerini ifada
insânî nefse hizmet eder. Sûfîler de nefis derken, kötülüğün kaynağı olan bu
nefsi kast etmişlerdir ve ona “nefs-i nâtıka adını vermişlerdir.[2]
O zaman, öncelikle nefsi tanımak lazımdır. Çünkü “Nefsini bilen
Rabbini bilir” buyrulmuştur.[3] Bu
takdirde nefsini bilip tanımayan Rabbini de tam mânâsıyla tanıyamayacaktır.[4]
Allah’ı tanımakla mükellef olan insan, nefsini de tanımak durumundadır. “Nefsi
hakkında sefih olan müstesna İbrahim’in dininden kim yüz çevirir”[5]
âyetinde “Nefsi hakkında sefih olmakla” kastedilenin, nefsi hakkında câhil ve
kendisini bilmeyen demek olduğu ifade edilmiştir. Bu bakımdan nefsinin
fâniliğini bilen, Rabbinin bâkiliğini, nefsinin zilletini tanıyan Rabbinin
izzetini tanır. İnsan, yaratılış olarak bir çamur parçasından en mükemmel
şekilde yaratılmış, en güzel iç ve dış organlarla bezenmiş, akıl nimetiyle
süslenmiştir. Bu aklın, kendisinin âcizliğini, Rabbinin büyüklüğünü idrak
etmesi gerekir. Cenâb-ı Hak, diğer mahlûkata da beden, hareket, ruh ve can
vermiştir. Ancak insan verilen ruh ve akıl ile ayırt edebilme kabiliyetine
sahiptir. Bu bakımdan insan, bir yanıyla hayvanlık derecesinde kalırken, diğer
yönüyle Allah’ı tanıyıp, O’na yönelmekle insanlık derecesine çıkmaktadır. O
zaman kişi, kendisini insanlık derecesine çıkaracak amellerle meşgul olmalı,
nefs-i emmâre mertebesinden –ki burada kişi hayvanlar gibi yaptığından pişman
olmaz- Cenâb-ı Hakk’ın razı olduğu makama çıkmak zorundadır. İlk hedef de nef-i
mutmainne derecesine ulaşmak olmalıdır. Zira bu dereceye yükselemeyenler
Allah’ı tanıyamazlar. Nefsini bilende Allah’tan gayriyi terk edip, Hakk’a
gider.[6]
Hadis-i Kudsî de buyruluyor ki: “Ey insanoğlu, nefsini bilen, Beni
bilir. Beni bilen, Beni arar, Beni arayan bulur. Beni bulan her istediğine
kavuşur, ummadıklarına da erişir… Ey insanoğlu, Rabb benim, o halde Beni tanı.
Ey insanoğlu, nefsini bilen Beni de bilir, nefsini terk eden muhakkak Beni
bulur. Beni bilmek için, kendini bil… Ey Dâvûd, Ben gizli hazine idim,
tanınmayı istedim ve Beni tanımaları için mahlûkatı yarattım. Ey Dâvûd, nefsine
düşman olup, bana yaklaş, karşılığında bilgisizlik olmayan bir marifetle Beni
bil…[7]
Dâvûd (as) “Ya Rabbi nefsimi ve seni nasıl bileyim?” diye sorunca Allah-ü
Teâlâ, “Nefsini zayıflıkla, âcizlikle ve fâni olarak bil ki, Beni kuvvet,
kudret ve bekâ ile bilesin” buyurdu.[8]
İnsanın, kötülüğü emredici olan nefsini, önce Kur’ân-ı Kerîm ve
hadis-i şeriflerde sonrada bu ikisini kendilerine düstur edinmiş olan,
sûfîlerde tanıyıp, öğrenmesi lazımdır.
[1] Hucviri, a.g.e. s. 312, 313;
Kuşeyri, a.g.e. s. 222
[2] Ebû Hafs Şihâbüddin
Sühreverdi, Avârifü’l- Meârif, (Gerçek Tasavvuf), (terc. ve tahric Dilâver
Selvi), Semerkand Yayınları, 1999, s. 185; Uludağ, a.g.m. s. 527.
[3] Acluni, a.g.e. II. 262.
[4] Uludağ, a.g.m. s. 528.
[5] el-Bakara 2/130.
[6] Eşrefoğlu Rûmî, Müzekki’n- Nüfûs, (çev. Yaman Arıkan),
Saadet Yayınevi, s. 29-32; Hâris el-
Muhasibî, er- Riâye, Nefs Muhasebesinin
Temelleri, (çev. Şahin Filiz, Hülya Küçük), İnsan Yayınları, 2. Baskı,
iatanbul 2004, s. 430; İbrahim Hakkı, a.g.e. s. 768-769; Hucviri, a.g.e. s. 310
[7] İbrahim Hakkı, a.g.e. s. 766
[8] İbrahim Hakkı, a.g.e. s. 769;
Hucviri, a.g.e. s. 310
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder